Cennetin Krallığı

Cennetin Krallığı
Filmin her karesine sinen bu yaklaşım, çoğu kişiye fazla sert geliyor, çünkü perdede gördükleri, Hıristiyanlık hakkında bildiklerinden çok farklı. Fakat zaten sorun dinlerin kökenlerinde değil, sonradan dönüştükleri biçimde.
Tamer Baran
tamerbaran@gmail.com
Ele aldığı temalar ve onları işleyişi bakımından büyük öneme sahip bir film var karşımızda. Batı'nın empoze ettiği resmi tarihi alt üst ettiği için değil sadece, yaşamın akacağı yönü insanların -ve dönemin- bilinç seviyesinin belirlediğini gösterdiği için. Filmin ana teması şövalyelik ruhu; değer verilen erdemlerin değişik durumlarda nasıl uygulanabileceğini, onlardan ödün verilip verilemeyeceğini tartışıyor, hemen tüm toplumların kültüründe bulunan mistik ahlak anlayışını uygulamaya çalışan karakterleri ve karşıtlarını inceliyor. Daha doğrusu, onlar arasındaki ilişki ve çatışmanın tarihe nasıl yön verdiğini... Bu çok önemli bir tavır, çünkü tarihsel öneme sahip olayları bu iki grup arasındaki çatışma belirliyor, dün olduğu gibi, bugün de...
Senarist Monahan tüm karakterlerini bütünsel gerçeklikleri içinde ele almaya çalışıyor, herkesin elinden gelenin en iyisini yaptığını vurguluyor. Reyland'a "Ben neysem oyum" dedirtiyor, hatta filmin "jöndamı" olan Kraliçe'nin de erdemli davranmayı sonradan öğrendiğini göstermekten kaçınmıyor. Bu arada seçimlerin önemine de dikkat çekiyor: Selahaddin Eyyubi durup dururken savaş başlatmakla kalmayıp aptalca bir hamleyle ordusunun yok olmasına da neden olan Guy de Lusignan'a, Kral IV. Baldwin'e çok yakın olduğu halde onu örnek alamadığını belirtiyor. Kraliçe'ye Balian'ın önerisi ise tüm dinlerdeki mistiklerin -eski- arınma (ve mutluluk) yolu: İktidarı terk etmek, sade bir hayatı seçmek; sahip olunan nesneler ve konumun değil, içsel yolculuğun daha önemli olduğunun bilinciyle...
Vicdan krallığı
Senaryo Hıristiyanlara da, Müslümanlara da aynı mesafede duruyor, yaptığı ayrım dinle değil, ahlakla ilgili: Şövalye yemininin dört cümlesiyle ifade edilen yaşam anlayışını uygulayanları olumluyor, diğerlerinin kendilerine ve başkalarına zarar verdiklerini gösteriyor. Selahaddin Eyyubi, cüzzamlı kral ve Balian bir tarafta, Guy, Reyland ve fanatik Müslüman Mullah karşıda. Bulundukları konumu, mensubu oldukları din değil, ahlak anlayışları, şefkat, onur, dürüstlük gibi erdemlere sahip olup olmadıkları belirliyor, yani aslında yaşama ilişkin bilinç seviyeleri...
Kudüs piskoposu ile Hospitaler Şövalyesi arasındaki belirgin fark, filmin bu tavrını net olarak ortaya koyuyor. Şövalye, tarikatına bağlılığı uğruna öleceğini bile bile yanlış bulduğu bir savaşa katılırken yaşamsal tehlikeyi gören piskopos din değiştirmeyi kabul etmelerini öneriyor, "Sonra tövbe ederiz" diyerek. Filmin anahtar diyaloglarından biri o, bu cümleyi duyan Balian şaşırıyor, "Sayenizde din hakkında çok şey öğrendim ekselans" diyor.
Bu film, ana karakterinin hayatı öğrenme sürecinin hikayesi olarak da okunabilir. Haçlı Seferleri'ne katıldığı için Kudüs'te bulunan Hıristiyan Balian, tüm dini öğeleri ve mabetleri aynı değerde görmeyi öğreniyor. Düşük bilinç seviyesinde olanlara küfür gibi gelen fikirler ediniyor. Kuşatma sırasında ölenlerin cesetlerini yakmak gerektiğini savunurken "Bunu Tanrı anlayacaktır. Eğer anlamazsa Tanrı değildir zaten, o zaman da sorun yok" diyor. Balian için sorumluluğu altındaki insanları ölümden korumak neyin günah olduğundan daha önemli. Yani Hz. İsa'nın öğretisine inanıyor, insanın ve hayatın kutsallığına...
Filmin her karesine sinen bu yaklaşım, çoğu kişiye fazla sert geliyor, çünkü perdede gördükleri, Hıristiyanlık hakkında bildiklerinden çok farklı. Fakat zaten sorun dinlerin kökenlerinde değil, sonradan dönüştükleri biçimde. Monahan ve Scott, Hz. İsa'nın fikirlerini temel alıyor, vicdan kavramını anımsatıyor, dinin hakimiyetinde geçen Ortaçağ'ın aslında Hz. İsa'nın fikirlerine uzak olanlar yüzünden yaratıldığını gösteriyorlar, her fırsatta "Bunu (savaşı) Tanrı istiyor" diye avaz avaz bağırsalar da...
Bu temaları, bu kadar bilinçli bir yaklaşımla ele alan kaç film var?
Anlamı derinleştirmek
Bu yaklaşımla yazılmış bir epik Ridley Scott'a "Gladyatör"de kaldığı noktadan ileriye gitme imkanını veriyor, felsefi açıdan ve yönetmenlik sanatı bakımından.
Görsel açıdan çok önemli bir farklılık başrol oyuncusunda. Orlando Bloom'un -çok eleştirilen- oyunculuğunda bir sorun yok, "Gladyatör"deki Russell Crowe'la, "Braveheart / Cesur Yürek"teki Mel Gibson'la kıyaslayınca daha zayıf duruyor, karakteri taşıyamıyormuş gibi. Oysa karakter farklı; daha mülayim, alçakgönüllü, öfkesi, nefreti, intikam duygusu yok, merhameti bol. Filmde onun kimliğinde yansıtılan bilinç seviyesinin Batı'da en yaygın bilinen simgesine çok benziyor, yani Hz. İsa'ya...
Çünkü Ridley Scott, -her büyük usta gibi- senaryodaki anlamı derinleştirmek ve artırmak için elindeki tüm gereçleri mükemmel biçimde kullanıyor ve artık çok da cesur davranıyor. Fiziksel gücü düşürerek içsel gücün vurgulanmasının etkisinin olağanüstü olacağını biliyor, olumlu anlamda da, çoğu seyirci için olumsuz anlamda da...
Bir başka örnek: Kudüs kuşatması sırasında kalenin zayıf noktası olan kapı parçalanıp iki ordu karşı karşıya kaldığı an çarpışmalarla ilgilenmek yerine gökyüzüne çekiyor kamerayı, hem savaşın o an kilitlendiğini, Balian'ın zekasını kullanarak yetersiz askeri gücünü kendisinden çok üstün Eyyubi ordusuyla eşitlemeyi başardığını gösteriyor, hem de Tanrısal bakış açısının avantajından yararlanarak orada o an olup bitmekte olan her şeyin aslında tarihte bir an ve evrende küçücük bir nokta olduğunu seyirciye anımsatıyor. O an mutlaka geçecek, o nokta el değiştirecektir, önemli olan geriye kalandır, yani içinde bulundukları zor koşullarda insanların nasıl davrandıkları, yani şövalye ruhu.
Filmde anlatılan temaların ne kadar bilinçli seçildiği, savaş sahnelerinin azlığından ve Aslan Yürekli Rişar'ın Kudüs'ü almaya çalıştığı dönemi anlatmamayı tercih etmelerinden de belli zaten, bunun da imkan dahilinde olduğu finalde anımsatılıyor.
Scott bu temaları ustalıkla işliyor, ayrıca onlara seyircinin ruhunda yankılanan bir duygu katıyor, hem de ilk plandan başlayarak: "Gladyatör" Maximus'un başakların üzerinde okşar gibi dolaşan elleriyle açılmıştı, "Cennetin Krallığı"nda yeryüzünü okşar gibi sakin sakin yağan bir karla açıyor filmini, çektiği acılara dayanamayıp kendini öldüren (pes eden) bir kadının üzerine yağan karla... Bu plan filmde, yaşanan acı-tatlı deneyimleriyle birlikte hayatın anlamının ve -hem içsel, hem dışsal anlamda- doğanın, dökülen kandan daha fazla önemsendiğini belirtiyor...
Kingdom Of Heaven / Cennetin Krallığı
Yönetmen: Ridley Scott;
Senaryo: William Monahan;
Yapımın DVD formatı hakkında bilgiler:
Yapımın DVD formatı hakkında bilgiler: Ülkemizde, bu filmin DVD formatı 3 versiyon şeklinde yayımlandı. Tek diskli ve daha düşük fiyatlı versiyon; 2 diskli ve içinde yapım belgeselleri de olan versiyon; 4 diskli, belgeseller ve daha geniş görsellerden oluşan, filmin kendisinin de 185 dk. gibi uzun bir sürede yer aldığı, toplamda 14 saat süren versiyon.
Bu geniş versiyon, aşağıdaki linkten temin edilebilir:
http://www.idefix.com/video/cennetin-kralligi-koleksiyon-versiyon-4-dvd-ridley-scott/tanim.asp?sid=M57CTIMYC0I6WIM7UT15
Gizli İlişkiler
Gizli İlişkiler
Rastlantıları bir öyküleme aracı olarak kullanan eser, dramatik yapıda
sıkça karşımıza çıkan sır ve gizemlerin çözümlerini de
tesadüflere bağlayarak rastlantı sandığımız ortamların
“hazırlanmış” olduğunun altını çiziyor…
Tamer Baran
tamerbaran@gmail.com
Chris Terrio’nun ilk uzun metrajlı filmi “Heights”, içinde bulunduğumuz “uyanış” döneminin karakteristik özelliklerine çok uygun bir eser. Özellikle yaşamın makro düzeyleriyle ilgilenmek amacıyla mikro yönlerine eğildiği için… Amy Fox’un tek perdelik oyunundan hareketle Fox-Terrio işbirliğiyle çıkan senaryonun her satırı bu hedefe uygun olarak son derece bilinçli ve ustaca yazılmış.
Çoğu tiyatrocu ve çoğu genç bir oyuncu kadrosuna yaslanırken Eric Bogosian gibi ustalara da yer veren filmin en çarpıcı ismi Glenn Close… Bu sanatçı -hep yaptığı gibi- muhteşem oynarken, filmin merkezindeki 5 karakterden biri olmasına karşın, filmin meselelerine ve alt metnine en uygun performansı çıkarmış.
Öndeyiş niteliğindeki ilk sahnede Close’un canlandırdığı Diana Lee, Shakespeare’den hareketle modern insanın sorununa parmak basıyor: “Tutkumuzu yitirdik, geçmişte yaşayanlar kadar ateşli değiliz”… Bu epilogun ardından film, sıradan bir sonbahar sabahında Diana’nın fotoğrafçı kızı Isabel ile, evlenmeye hazırlandığı avukat Jonathan’ın birlikte oturdukları dairede açılıyor ve bir dizi karakteri daha ekleyerek ertesi sabaha varıyor: Genç oyuncu Alec ve ünlü fotoğrafçı Benjamin Stone’la ilgili bir yazı hazırlamak amacıyla eşcinsel sanatçının eski model/sevgilileriyle görüşen Peter’la birlikte odaktaki beş kişi tamamlanıyor ve tabii ki bu beşinin çevresinde, her biri filmin temaları bakımından belirli misyonlar üstlenmiş başka ilginç insanlar da var.
Rastlantıları bir öyküleme aracı olarak kullanan eser, dramatik yapıda sıkça karşımıza çıkan sır ve gizemlerin çözümlerini de tesadüflere bağlayarak rastlantı sandığımız ortamların “hazırlanmış” olduğunun altını çiziyor… Isabel’in, nişanlısının sırrını öğrenmesini, iki ayrı koldan gelişen iki tesadüfü aynı anda doruğa eriştirerek sağlayan senaryo, bu tavrıyla (o sahneye kadar anlayamamış olanlar için) kurduğu yap bozun anahtarını da sunmuş oluyor: O dakikada seyircinin başka hiçbir şansı kalmıyor:
Ya tüm senaryoyu (ve dolayısıyla filmi) hikayesini bu kadar zorladığı için ağır eleştirecek, ya da filmde işlenen meseleleri ve Fox ile Terrio’nun bakış açılarını anlayacak …
Alt metin
İlk bakışta filmin ilişkileri ele aldığı sanılabilir, aslında öndeyişinde işaret ettiği meseleyle uğraşıyor: İnsanlar tutkularını neden kaybettiler?.. Hemen ilk sahnelerde “metnin çok dürüst olduğunu” iki kez vurgulayarak bu soruları cevaplayan film, gerçekten dürüst bir metni kullanarak, öncelikle kendilerine dürüst olamayan insanların, tam da bu nedenle mutluluğa ulaşamamaları ve bunun nedenini de anlayamamalarındaki trajediyi sergiliyor ve hayatın insanları kendi gerçeklikleriyle yüzleşmeye nasıl zorladığını gösteriyor. Sonuçta film dürüstlüğü kendi ana karakterlerinden birini yalanlamaya kadar vardırıyor: Kimse tutkusunu kaybetmemiş aslında, sadece gömmüş…
Mecburen…
Öncelikle modern yaşam yüzünden…
Senaryonun New York’lular ve çeşitli nedenlerle oraya gelenlerle ilişkili sunduğu malzemeye, Terrio’nun çok akıllıca kurduğu görsel yapı da eklenince, sinema tarihinin belki de en New Yorklu filmi ortaya çıkmış: Metrosu, terasları, caddeleri ve taksileriyle New York filmin ana motiflerinden biri, ki bu da son derece anlamlı: Her kültürden insanın yan yana yaşamaya çalıştığı bu dev metropol, Batı ülkelerinin insanlarını ağırlığıyla ezen yaşam biçiminin belki de en etkili simgesi/sahnesi… Aşırı kalabalık, sürekli bir mücadele gerektiren gündelik yaşam, yüksek suç oranı, stresli iş hayatı ve tabii ki 11 Eylül’le doruğa çıkan paranoya, bu kentte yaşayanları otomatik olarak kabuklarına çekilmeye, içlerine kapanmaya itiyor. Böylece savunma en değerli edim ve sırlar en büyük hazine hale geliyor ki, tam da bu yüzden insana dair gizemlerin ve insan ilişkilerindeki en büyük sırlardan biri olan eşcinsellik filmin ana temalarından biri…

Ana karakterlerin dördünün ve diğerlerinin sayılamayacak kadar çoğunun sanatçı olması da anlamlı: Sanatçılar sırları anlatma ayrıcalığına sahipler, bu anlamda onlar doruk; hayata dair her şeyi yansıtan birer ayna olabilirler…
Ama ayna fazlasıyla kirli…
Hiç görünmeyen Benjamin Stone başta olmak üzere filmde ele alınan tüm sanatçılar hayat ve sanat hakkında çok bilinçsizler, yeni tanıştığı Isabel’i zekice çözümleyen ve düşüncelerini kıza dürüstçe anlatan Ian farklı gibi görünüyor, hatta filmin en etkili hayat derslerinden biri (Isabel’in onca muhabbete rağmen adama ismini bile sormaması) ondan geliyor ama o da metro kapkaççısına bilinçsiz müdahalesi sonucu göz göre göre bıçaklanıyor.
Toplumun doruğu olarak sanatçıyı sunan ve iki kez sanatçıların, başka alanlarda “performans” sergileyen diğer doruk-bireylerle (Bayan Bush, Nixon vs) nasıl alay ettiklerini gösteren film, yaşamın her alanının sahneye dönüştüğünü de vurguluyor: Herkes, her an oynuyor, her an “mış gibi” yapıyor… Gerçekle bağları çok zayıf, tam da bu yüzden kalpleriyle zihinleri arasındaki derin ikilemin batağında debelenip duruyorlar. Filmin önemli sahnelerinden birinde geçen şu diyalog çok anlamlı: Jonathan aralarındaki ilişkiyi Isabel’e neden anlatamayacağını açıklarken “Onunla ilişkim çok iyi” diyor, Alec soruyor: “Gerçek mi peki?” Jonathan’ın yanıtı çarpıcı: “Epey yakın”…
Bu iki kelime durumu çok güzel özetliyor.
Sigarayı bile nişanlısından gizli içen Jonathan ona tabii ki erkeklerle ilişkisini anlatamaz; bunun nedenlerinden biri de dinleri: O Yahudi, nişanlısı ise o ırkı, Hazreti İsa’ya ihanet edip ölümüne neden olmakla suçlayanların dinine mensup, yani Hıristiyan…Ve şu dönemde bu iki dine mensup olanların çoğu, kendi mutsuzluklarının faturasını, en son gönderilen dinin inananlarına çıkarıyorlar… Ki bu da kendi gerçekliğiyle yüzleşmekten kaçma çabasının bir sonucu…
Velhasıl Batılı modern insan bir açmazda; geçmişte örneğin Lady Macbeth gibi davranmak olağandı ve gelecekte insanlar bu türden korkudan kaynaklanan negatif duygulardan arınmış olacaklar, ama şimdi bu sürecin tam ortasındalar ve o yüzden şaşkınlar…
Orijinal adı “Doruklar” anlamına gelen film, bu şaşkınlığın (ve filmde işlenen tüm temaların) doruğa çıktığı bu dönem çekildiği için çok değerli, ve herhalde ilerde, adına Yeni Çağ denen bu geçiş döneminin, sadece senaryosu değil, sinema diliyle de kilometre taşlarından biri olarak anılacak…
Yönetmen: Chris Terrio;
Senaryo: Chris Terrio, Amy Fox (kendi oyunundan);
Oyuncular: Glenn Close (Diana), James Marsden (Jonathan), Elizabeth Banks (Isabel), Jesse Bradford (Alec), John Light (Peter), Isabel Rosselini (Liz); 2005, ABD yapımı.