Bilinmeyen.Com / Spiritualizm Kategorisi
Geçen ay Ata Nirun’un Destek yayınları´ndan çıkan "Türkiye´de Ruhlar ve Ruhçuluk" kitabı üzerine kendisi ile bir röportaj yaptık. Ruhlar alemi ile ilgili merak ettiklerinizin tüm cevabı aşağıda...
Soru - Ata bey en son sizin Meryem Ana Evinin sırrını anlattığınız Panaya Kapulu isimli kitabınızı okumuş, oldukçada etkilenmiş, şaşırmış ve dünyada neler oluyor diye düşünmüştük. Ancak son kitabınız olan Türkiye´de Ruhlar ve Ruhçular´da bizi daha fazla şaşırtacağa benziyor. Öncelikle birçok insan sizi yanlış tanıyor. Dünyanın sayılı astrologlarından biri olmanız yanı sıra spiritüel eğitiminiz ve geçmişiniz hakkında bizi biraz bilgilendirebilir misiniz?
Ata Nirun - İşin aslına bakılırsa öncelikle ben de bir spiritüalisttim yani o yoldan geçtim ve bu süre oldukça da uzun sürdü. Gerçekte ise bir okültist yani bir gizemciyim, beni ilgilendiren şey, her konuda, her yerde ve her şeyde gizemi aramak ve onunla buluşmak. Bu nedenle de elbette ki Astroloji de işin içinde yer aldı, aslında bir hobiydi ama sonra her zaman yapmaya çalıştığım gibi olayı bütünüyle kavramak adına profesyonelliğe dönüştü ve öyle de kaldı. 90´lı yılların başında Alo-900 süreci yaşanırken astrolog kimliğini taşımam ya da medyatik çizgide bu kimliğin çok öne çıkarılması astrolog olarak tanınmama yol açtı. Evet, bu kimliği üzerimden atamıyorum ama yine konuya okült manada bakacak olursak, klasik astrolojiden gerçekten çok hoşlanıyorum ama gelin görün ki ülkemde yıldız falı ile gerçek astroloji arasındaki fark görülemiyor, ayırd edilemiyor. Bunun en önemli nedeni durmaksızın peşpeşe ortaya çıkan bir sürü astroloji amatörü, kaldı ki bu kadar uzun bir sürece rağmen yani çeyrek yüzyıldır astroloji ile ilgilenmeme ve astrolojinin dünyada ve Türkiye´de en önemli isimleriyle beraber olmama karşın ben kendime hala astrolog diyemiyorum ama birileri pıtrak gibi ortaya çıkıp üç günde kendilerine astrolog diyebiliyorlar. Aslında bu olay da ülkemizdeki kültür erozyonunun bir diğer sonucu... İlk kez 1960´ların ortasında, Metapşisik yani Ruhsal Araştırmalar Derneği´ne devam etmeye başlamıştım. Herşey orada başladı, orada celseleri gördüm, gerçek medyumları tanıdım. İlerleyen yıllar içinde ise, merak önce tutkuya sonra da ciddi bir araştırma boyutuna ulaştı. Türkiye´nin bu alandaki hemen hemen tüm ciddi isimlerini tanıdım, tüm dernekleri tanıdım, ruhçu gruplarla beraber oldum ardından bu inceleme süreci dünya çapına yayıldı ve birçok ülkede araştırma ve çalışmaları sürdürdüm. Bir sürü kursa, workshop´a, seminere katıldım. Büyük üniversitelerin araştırmalarında bulundum falan... Bu arada "Bilinmeyen" ve "Fenomen" dergilerini yönettim ve tam anlamıyla birer okült yayın olan bu dergiler hala bu alanda tektirler ve bir başkası yayınlanmamış ve yayınlanmamaktadır. Bunun nedenini ise, şimdi bile anlamış değilim, öylesine abuk dergiler çıkıyor ki... Ama her nedense her yaştan çok büyük bir kitlenin çok ilgilendiği bu konular hiç akla gelmiyor. Neyse, bu da ayrı öykü. Sonuç olarak beni ilgilendiren şey, dediğim gibi gizemin ta kendisi, öyle popülizmle, siyasetle veya amatörlükle sulandırılmış hali değil. Bu kitapta ise, arada bir magazinsel çizgiler görülse de, okur bunların gerçekten yaşandığını bilmeli, ben bunu anlatmak istedim...
Soru - Türkiye´de Ruhlar ve Ruhçular kitabı bir belgesel tadında ve Türkiye´deki Ruhçuların tarihçesini bize keyifli bir şeklide aktarıyor. Kitabı okudukça inanamıyorsunuz ama yaşananlar, inançlar, ödenen bedeller gerçek. Türk spiritüelizmini batıyla kıyasladığınızda durum nasıldır?
Ata Nirun - Gerçekte Türk Ruhçuluğu yani Türk Spiritüalizmi diye birşey yok. Zira Ruhçuluk evrensel iddialar içeren bir öğreti veya izm. Kitabın adı böyle ama benim vurgulamak istediğim şey, konunun bizde nasıl yaşandığı yönünde ve ülkemizde bu öğretinin nasıl yorumlandığını göstermekten ibaret. Geçmişte çok ciddi olarak yaşanılan ve özgün etkiler yaratabilen Ruhçuluk, eğer o çizgide kalabilseydi ya da gruplar, sorumlular veya liderler bir yerlerde buluşabilseydiler, öğretinin sosyal sonuçları belirginleşebilir ve hatta batıda olduğu gibi, din baskısından kurtulmuş evrensel bir ruhsal öğreti güç kazanır ve toplumu bugünkü haline göre çok daha fazla aydınlatabilirdi, irtica bile geri adım atabilirdi ama olmadı ve egolar galip geldiler. Bunları kitapta uzun uzun anlattım. Bugün ise Ruhçuluk hemen hemen hiç yok veya bir nostaljiden ibaret. Eskinin ciddi, iyi eğitilmiş meslek sahibi ve akıllı ruhçularının yerinde, kendilerini doğaüstü göstermeye çalışan bir sürü saçma sapan şarlatan var, zaten internet sayesinde gizemin de suyu çıktı, bir de New Age karmaşası ve uçukluğu işin içine girince ipler iyice koptu. Kısacası Türkiye´de artık Ruhçuluk yok, sadece kalıntıları var. Batıda ise yüz yıllık ciddi kurumlar hala varlıklarını ve etkinliklerini sürdürüyorlar...
Soru - Adana ve İzmir neden Ruhçular için önemli şehirlerdir?
Ata Nirun - Sanırım eski ruhçuları kasdediyorsunuz. Ama Adana değil, İzmir önemliydi çünkü Dr. Ruhselman orayı bir üs gibi kullanmış ve etkin bir çevre oluşturmuştu. Ama yine sanırım İzmir´in siyasette ve sanatta olduğu gibi bu alanda da bir ayrıcalığı hatta öncülük misyonu vardı. Fakat bu da sürdürülemedi.
Soru - Ruh gerçekten var mıdır?
Ata Nirun - Zor bir soru, kitapta çeşitli yaklaşımları anlattım fakat soruyu eğer bana soruyorsanız olmasını çok istiyorum çünkü eğer ruh yoksa yaşam çok anlamsızlaşıyor ve tek taraflı kalıyor. Bildiğimiz herşey birer düalite olduğuna göre, ruhun da iki tarafı olmalı. Ölüm ve yaşam varsa beden ve ruh da olmalı. Bir diğer ipucu da, insanlığın hayalini kurduğu her şeyde benzer sonuçlara erişmesi gerçeği. Bilim kurgunun bilime dönüşmesi örneğinde olduğu gibi... Öyleyse, yaklaşımlar, yorumlar ya da tasarımlar da bir yerlerde yaklaşık sonuçlar getirebilir ama henüz erken çünkü daha önce ölümle başa çıkmamız gerekiyor. Nostradamus´un dediği gibi; "İnsanoğlu ölümü öldürdüğü zaman, ilahi ödüle erişecek..." Ama bunun için hastalıklar ve kazalardan evvel öldürmemeyi öğrenmemiz gerekiyor ve en zor olan şey de bu. Öte yandan, ölümün ötesi tüm Ruhçuluk bilgilerine ve inanç dışı deneyimlere rağmen hala belirsiz. Ölmüş bir insanla hala ciddi bir ilişki kurulmuş değil, aynen dünyadışı canlılar olayında olduğu gibi. Ve çok daha önemlisi, Ruhselman gibi yaşamlarını bu konuya adayan sayısız araştırmacının, öldükten sonra neden bize ulaşamadıklarının cevabını veremiyor olmamız. Sonuç olarak ben, yine de tüm gizemin çözülmüş olacağı çok uzak bir geleceği düşlüyorum.
Soru - Ruhçuluk konularına neden doktorlar bu kadar ilgililerdir?
Ata Nirun - Çok normal çünkü doktorlar yaşam ve ölümle içiçeler. Her an ölümle karşılaşıyorlar ve içlerinden bazıları merak ediyor. Fakat bu olay geçmişte böyleydi, bugünkü Türkiye´de böyle değil. Şimdi artık, para kazanmayı bir yana bırakıp, yaşamlarını bu yönde feda eden doktorlar yaşamıyorlar...
Soru - Türkiye´de ki hangi politikacı ve sanatçılar ruhlarla ilişki halindedir?
Ata Nirun - Yine bugünü soruyorsanız, cevap hiç kimsedir. Politikacıları zaten geçiniz, bırakın Ruhçuluğu, daha önce ilgilenmeleri ve öğrenmeleri gereken o kadar çok şey var ki. Sanatçılar ise, saçmalık peşindeler, bazıları New Age salgınından kaynaklanan ve temeli olmayan akımların peşinden koşturuyorlar. Hani şu son günlerdeki "Secret" garipliğinde olduğu gibi... Bizler bu düşünceyi 25-30 yıl önce konuşurduk. Dedim ya günümüzdekiler işin sansasyonunun ya da popülizminin peşindeler. Binlerce yıllık kutsal bir Okült öğreti olan Kabbala´nın şarkıcı Madonna´nın ayağına düşmesi gibi... Sözün kısası, günümüzün sanatçılarını geçiniz, hiçbirisi bu alanda ciddiye alınamaz.
Soru - Kitabınızda Adana´da yaşanan bir olaydan bahsediyorsunuz. Elmita isminde bir kız çocuğundan... Reenkarnasyona inanmadığınıza göre bu durumu nasıl açıklıyorsunuz? Ya da sizin anladığınız anlamda reenkarnasyon nasıldır?
Ata Nirun - Ben klasik olarak Ruhçuluğun tarif ettiği bir reenkarnasyona inanmıyorum demiştim. Yani elbise değiştirir gibi, beden değiştirilmesini çok dünyasal buluyorum. Ela veya Elmita olayı ise, benzer birçok olaydan sadece birisidir. Bence Psikiyatri´nin önemli ismi Jung´un söylediği gibi, Kollektif İnsanlık Bilinci yaklaşımı sanki daha akıllıca ve uygun. Ya da, bir bilgisayar gibi düşünmeliyiz, arada bir datalar karışıyor sanki bir virüs geliyor da, sistemin çalışmasını etkileyip, dataları yani bilgileri karıştırıyor. Ama bunlar birer varsayımdan öte değiller. Bu arada özellikle de, bizim dinci yorum meraklılarının bilmeleri gerekir ki, Modern Reenkarnasyon onların sandıkları gibi Hindu kökenli Tenasüh inancından çok farklıdır yani bu bir Hindu ya da Budist inancından alınmıştır, denilirse yanlış olur. İkisi ayrı şeylerdir. Ve daha önemlisi sadece bizimkilerin değil, tüm dünyadaki her tür dini çevrenin bu tür konulara girmemeleri gerekir çünkü konu dini değil, bilimsel bir konudur ve o platformda araştırılması gerekir...
Soru - Ruh çağırma seanslarında ağızlarından kül veya su dökülen medyumlardan bahsetmiştiniz kitabınızda. Bu gerçek midir, siz gözlerinizle gördününüz mü?
Ata Nirun - Birçok kez tanık oldum, yazmadığım birçok olay da var. Bu tür olaylar ortama bağlıdır, koşullar bellidir ve deneyi istediğiniz zaman tekrarlayamazsınız. Bu nedenle de, bilimsel veya en azından ciddi bir araştırma yapamazsınız. Beni bırakın batıdaki birçok bilimsel kurum, yıllarca böyle yetenekli insanlarla çalışmalarına rağmen, istedikleri sonuçlara ulaşamamışlar ve spontane olaylar yaşamışlardır. Fakat ben bunları yaşadım ve tanık oldum. Oysa önemli olan bu olaylar değildir, bunları yapabilen insanlardır çünkü bu insanlar böyle doğa ötesi denilebilecek sonuçlar oluşturmalarına rağmen asla kendilerini ön plana çıkartmadılar ve tanınmak istemediler, işte beni etkileyen şey budur. Düşünsenize, bu tür yetenekler ya şimdiki şarlatanların elinde olsaydı acaba neler olurdu?
Soru - Sizce Türk Spiritüalizmi başarısızlığa mı uğramıştır? Sonuçları nelerdir? Türk ruhçuluğu bugün ne durumdadır?
Ata Nirun - Bunun cevabını yukarıda da verdim ama temel etken bir yerden sonra dini çizgiye sapılması ve konunun bu nedenle de tarikat benzeri gruplaşmalara ve hatta komünlere dönüşmesi önemli bir nedendir. Türk Ruhçuluğu, artık yok. Ben okurlarımın geçmişi öğrenmelerini ve bilmelerini amaçladım.
Soru - Türkiye´nin bir çok alanında olduğu gibi Ruhçuluk ta da yoğun bölünmeler yaşandı. Bu bölünmenin arkasındaki gerekçeler nelerdir. Bugün hangi dernekler bu faaliyeti sürdürmektelerdir?
Ata Nirun - Sadece Metapşisik Derneği bugün Bilyay adı altında eski çizgisinden daha farklı bir çizgiyi sürdürüyor. Ötekiler yokolup gittiler, dedim ya New Age akımları işin ciddiyetini yaraladı, hasar verdi.
Soru - Gerçek medyumları şarlatanlardan nasıl ayırt edebiliriz? Medyumlar şarlatanlara gündem oluşturacak bir tepkiyi niye gösteremiyorlar, bu bölünmüşlükten mi kaynaklanıyor?
Ata Nirun - Çünkü artık gerçek medyum yok. Bu titri veya tanımı günümüzde sadece şarlatanlar kullanıyorlar. Yaşayanlar ise tamamen köşelerine çekildiler ve ilgilenmiyorlar. Zaten hiçbir zaman ün peşinde değildiler.
Soru - Ruhçuluk meselesi 1950´lerde Türkiye´de önemli bir güç haline geliyor. 70´ler ve 80´lerde popülerleşiyor. Ruhçuluğun bugünkü konumu nedir ve gelecek için öngörüleriniz nelerdir?
Ata Nirun - Gelecekte sanıyorum yine bu çizgiye dönülecek ama daha çok zaman var. Halen içinde bulunduğumuz ruhsal gelişim saçmalıklarının hiçbir işe yaramadığı anlaşılınca ve din gerçek kimliğine kavuşunca yine Cardec ve Ruhselman öğretileri popüler olacak.
Soru - 90´lı yıllar itibariyle Amerika´dan kişisel gelişim adı altında ülkemize bir kültür pompalandı.(New Age) Gerçekten geldiğimiz bu günde bu akımlar insanlığa bir çare mi? Ruhumuzu dingin tutup, sadece istemekle ve evrene mesaj yollayarak hayatımızdaki çözümsüzlükleri çözebilir miyiz. Ferrari’mizi satalım mı? Yoksa millet olarak daha çok çalışıp Ferrari mi alalım? Bu eleştirileri kitabınızda görmek mümkün mü?
Ata Nirun - Evet, bu eleştiriler bir oranda kitabımda yer aldılar ama aslında bu başka bir kitabın konusu olmalı ve galiba da olacak yani bu tür iddiaların tek tek ele alındığı bir çalışma gerekiyor. Ruhumuzu ne yaparsak yapalım, dingin tutamayız çünkü dingin bir dünyada yaşamıyoruz, evrene istediğimiz kadar mesaj gönderelim hiçbirşey olmayacak, hiçbirşey değişmeyecektir çünkü biz sandığımız yani tanımladığımız gibi bir evrende değiliz. Biz öyle zannediyoruz, kendimizi insan zannettiğimiz gibi... Bu tanımları biz koyduk, oradan birileri veya bir bilinç gelip bize böyle olduğunu hala söylemedi. Herşeyimiz zanlarımızdan ibaret ve evren sandığımız şeyin bizden haberi yok. Zaten gerekmiyor da... Herkes bilmeli ki, bizler asla evrensel veya ilahi bir ilgiye henüz layık olmadık ve bu gidişle de olmayacağız. Eğer bir ülkenin insanları, sersemce nedenlerle başka bir ülkenin insanlarını, kadın çocuk ayırmaksızın öldürüyorsa, diğer bir taraf da, ellerinde en güçlü silahlarla kendi ırkdaşlarını, dindaşlarını yok edebiliyor, beyin diye taşıdıkları şeyin içine sadece kadınlara yönelik seksüel güdülerden başka bir duygu sokamıyorsa ve daha niceleri yaşanıyorsa ve ötekiler de kendi çıkarları doğrultusunda olanları seyrediyorlarsa, hiç kimse evrensel veya ilahi bir beklentiye girmemelidir. Biz bunu haketmedik ve etmiyoruz. Ötesi laf salatalarından başka birşey değildir. Eğer Ferrari´leri bırakacaksak, bunu bireysel bir deneyim olarak değil, global anlamda yapmalıyız ama bana sorarsanız hiçbir işe yaramaz. Bırakın Ferrari´yi, bana Mercedes´ini veya cipini bırakmış bir isim söyleyebilir misiniz? Var mı bir tanıdığınız? Ya da neden Ferrarileri daha çoğaltalım? O zaman Ferrari´nin ne anlamı kalır ki..? Zaten bence Ferrari’nin satılması kitabının ardında, Ferrari markasını aramak gerek. Kısacası bu tür şeyler yani Ferrariler, Secret´lar, alınıp satılan Reikiler, insanın düşünme yetisini küçümseyen NLP şarlatanlıkları, beden eğitimine benzetilen yogalar günümüzün ruhsal süper marketinin raflarına konulan ürünlerden başka birşey değildirler. Tümü sömürüdür ve yarar sağlamamaktadır. Ve gelecek kaostur ama bu kaos gerçek insanların yaşayacağı Altın Çağ öncesinde yaşanacak olan kaostur ve gereklidir....
Sorular Yelda Cumalıoğlu tarafından sorulmuştur... 7 Haziran 2007
Metafizik yaklaşımlar, bilincin yüksek tutulması doğrultusundadır ve özellikle de bunun ölüm sırasında yeterli düzeyde olması amaçlanmaktadır. Son sinirsel refleks, bilinç astral plana yollayacak ve alt düzeydeki zihinsel düzeylerden daha yüksek düşünce formlarına ulaşması gerekecektir. Bu oluşumun bilinçli ve hızlı olması önemlidir. Öte yandan ölüme hazırlıklı olmak önemlidir, gelecekte toplum bilinçle nasıl ölüneceğini çok daha iyi bilinecektir. Gerek yukardaki ölüm ötesi tasvirleri, gerekse de bilimsel ölüm kabulü bilinçliliği çok sayıda insan için sanıldığından çok öte bir güç ve direnç kaynağıdır. Birçok kişi için ise, çok büyük bir ölüm endişesi, kişiliğinin yokolacağı korkusuyla parelel olarak, bilinçsizlik, yalnızlık ve sevdiklerinden sonsuzadek kopma düşüncesinin şoku geçerlidir. Uzun zamandır yapılan deneylerde, bu tür insanların özellikle iki uçta yani tümüyle inançsız maddeci ve aksine aşırıcı dinci ve tutucu kişiliklerde oldukları belirlenmiştir. Oysa, klasik ruhçular eğer gerçekten öğretilerine inanmışlarsa veya antik öğretilerden etkilenerek bir çeşit bilgelik bilincine ulaşmış olanlar bilgilerinden eminseler, dünyayı kolayca terk edecek, gittikleri yeni dünyada çevrelerinde olan sevdikleriyle beraber olarak, sevgiyle karşılandıkları çok daha özgür bir alanda yaşamlarını sürdüreceklerdir. Aynı anda da, duygularını ve düşüncelerini bu yeni yere göre ayarlayarak, geçmişteki kişiliklerinden de sıyrılacaklardır. İnancın tam bu noktası, modern ruhçuluğun, ölülerle ilişki kurulamayacağı düşüncesinin kaynağıdır; birey dünya yaşamında kim olursa olsun yeni varolduğu alanda bir evrime uğramakta ve artık geride kalan kişiliği ve deneyimi ile ilgilenmemektedir ama bu bir unutma değildir aksine bir bilgelik düzeyidir. Travmatik olayları dışarda bırakmak şartıyla, ölüm katı ve zor değildir aksine yumuşak ve huzurludur. Burada bilinçli bir geçişin ve astral ortamın ilk izlenimleri hissedilir. Fizik bedenin ölümünden sonra, bireysel ilginin astral düzeyde bir fiziksel oluşumu sağlamanın en önemli uğraş olduğuna inanılmaktadır. Bu çok daha süptil yani hassas düzeyde yetiler ve idrak fizik beyinin düşünme ve nedensellik kısıtlamalarından kurtularak daha özgürleşirler. Tüm bilgi ve deneyim çok daha net ve objektif olarak duyumsanır. Buradaki sevinç duyumunun ve özgürlük hissinin, madde dünyasının çok ötesinde olduğuna inanılmaktadır.
Siz de Atlantisli misiniz?
Kırk yılın Spiritüalizm´i yani Ruhçuluk´u biraz kılık değiştirdi belki de revize oldu. İngiliz felsefeci Dr. Benjamin Ray bizlere ruhlarla ilişki kurmanın mümkün olmadığı oldukça farklı bir anlayış getiriyor. Reenkarnasyonun, Atlantisliler´in ve kozmik yasaların yer aldığı bu sistem aynı zamanda ölüme bir anlam getirirken yanısıra da ölüm korkusunu yumuşatmaya çalışıyor. İnsanlığın en büyük trajedisi ve toplu olarak karşı çıktığı tek olay ölümdür; insan ölüme karşı isteksiz ve korku doludur, karşı çıkmak için çaresizce elinden geleni yapar ve yaşamını uzatmaya çalışır. Ama bu çaba anlamsız ve yetersizdir öte yandan fizik bedenin aktivitesi de yaşamın bir oranda garantisidir. Ölüm korkumuzun temelinde bilinmeyenin korkusu ve çaresizlik önemli bir yer tutar; ötede hiçbirşeyin olmadığı daha da ürkütücüdür. Yüzyıl boyunca sayısız ruhçu yani spiritüalist gruplar, tüm bu karamsar tabloya rağmen, geniş bir inanç sistemini oluşturarak ölümden sonra bir çeşit yaşamın sürdüğünü iddia ettiler. Entellektüel kabullerin temelinde, yeni ve taze bir yaşama uyanış vardır; buradan da reenkarnasyon düşüncesi ve inancı doğar. Bilimsel olarak kesinleşmemiş tanıklıklara ve metafizik bilgelerinin yüzyıllardır süren söylevlerine rağmen, büyük geçişin korkusu hiç azalmadan sürmektedir. Ne denirse denilsin inanılan istisnasız herşey, yaşamın gerçeklerinden çok uzaktır ve gerekli güveni sağlayamaz. Kimliğimizi silmesi. ölümün bir diğer kötü yanıdır. Eğer kişiliğimizin ve deneyimlerimizin ölümsüzlüğü bir şekilde kanıtlanabilse ve ölümden sonraki varlığımızdan emin olsak, kimlik yokolması korkusundan kurtulacak ve ölüm korkusu büyük oranda azalacaktır. Eğer ölümden sonra yeni ve temiz bir yerde var oluyorsak, kişiliğimiz daha canlı olacaktır ve bu yaklaşım biçimi varlığımıza üst düzey bir anlam getirebilir ve o zaman ölümü bir beklenti olarak tanımlar ve de iyiye doğru bir değişimi umud ederek kabullenebiliriz. O zaman insan zekasına ve milyon yıllardır yaşamasını sağlayan iç güdülerine güvenerek belki ölüm ötesi bir yaşamı düşlememizin doğru olabileceğini kabul edebilir ve yola çıkabiliriz. Ölüm ve fiziksel yaşam tematik olarak mükemmelliğe doğru giden sonsuz bir yolculuk olabilirler ama ölüm güründüğü şekliyle bu yoldaki deneyimi kısıtlamaktadır. Fizik dünyamızda özgürlüğümüzün kısıtlı olduğu görünümü vardır, bilincimiz çok yaygın bir görüşle sınırsızdır. Bilgelere göre deneyimlerimiz bize gerçeği öğretirler ve ölümün büyük bir özgürlük olduğunu telkin ederler. Ölümü kabul etmeyi öğrenirsek, liberal, yeni ve anlamlı bir yaşamı da kabullenebiliriz.
Dinlerin amacı nedir?
Evrim yasası yeniden doğumlara yön verirken, Hizmet Yasası´nı yanına alır. çünkü ruhlar sistemi bilmekte ve hizmet etmek istemektedirler. Her ruh Yeniden Doğuş Yasası´na göre ölür ve yeniden doğar, yeniden doğuşun amacı geçmişle hesaplaşmaktır. Önceki yaşamda başka kişiler olan aynı ruhlar sonraki yaşamda başkaları olarak yine çevrededirler ve herşey baştan yaşanır, hatalara ters açıdan yaklaşılır ve tekamül amaçlanır. Sonuçta ölümün böyle bir spiritüel-mistik inanç çizgisinde kabulü belki daha kolaydır veya başkalarına zor ya da saçma gelebilir. Bütün bunlar yeterince anlamlı görünmese dahi, en azından tek bir yaşam kadar anlamsız değildir. Bir kez yaşamak ve bir daha tüm hatalarına rağmen yine var olamamak pek doğru görünmemektedir. Dinlerin bu görüşü neden sakladıkları veya bilmedikleri ayrı bir tartışma konusudur. Ama özgün adıyla Mistik-Ruhçuluk´un ölüm korkusuna karşı çok daha etkin bir sakinleştirici olduğu kesin gibidir...
Reenkarnasyonu yöneten yasalar var mı?
Yeniden doğuşlar arasındaki zaman dilimlerinin ne kadar olduğu en çok sorulan sorulardandır. Ama görüldüğü kadarıyla, sürelerin uzunluğunun fiziksel olaylarla (bireysel veya grupsal) ilgisi yoktur. Bazı ruhların ekstra bir enkarnasyon hızında olduklarına inanılır, sanki aceleleri vardır. Ama bu anlamsızdır çünkü biz fizik zamandan veya beynin belirlediği zamandan söz ediyoruz aslında zaman da yoktur. Eski bilgeler yeniden doğuş sisteminin veya ruh göçünün insanın üç ana gruba ayrıldığını ve insanlığın üç yasa ile yönetildiğini söylüyorlardı; bugünkü kitlelerin büyük oranda duygusal bir alanda yeniden doğdukları belirtilmekte ve bilinçlerin hala Atlant kökenli olduklarına inanılmakta veya 4. Irk olarak tanımlanmaktadırlar; bu inanca göre evrimsel amaç astral mükemmeliktir. Milyonlarca insan Atlantis ırkının devamı olarak yeniden doğmuşlar ve hala bu ırkın duygusallığını taşımaktadırlar. Ama bu çok küçük bir ilerlemedir ve yeniden doğuş sistemine göre de kısadır. Genç egolar hala öğrenmekte ve fiziksel plan yaşamında manyetik eğriler çizerek, düşünce formları dünyada yaşama sıkı bir şekilde bağlı kalarak, karmik bir cezir gibi dünyaya akmaktadırlar. Evrim Yasası altında tekrar tekrar bedenlenen ruhlar öğrenip, deney kazanmakta, suçu, hataları, acıyı ve sabrı yaşamaktadırlar. Bunun özgür bir seçim olduğuna inanılmakta ve bu şekilde bilincin gereken noktaya ulaştıktan sonra ruh ve özgürlük anlayışını kazanması amaçlanmaktadır. Dünyasal bağlar azaldıkça ve esnekleştikçe zihinsel konsantrasyon artacak ve bedenlenme dışındaki zaman dışı sürelerde daha fazla kalınacaktır; o zaman da dünyadaki bedenlenme yani doğum sayısal olarak azalacaktır. Öyleyse daha deneyimli, daha özümlü kişiliklere gidilecektir, bu şekilde ölümden sonra daha üst düzeylerde daha kolay asimile olunarak, yeniden doğuş oluşumunun dışında kalınacaktır. Belki de ruhlar çok kısa bir an kadar veya çağlar boyunca beklemektedirler. Bu inancın görüşüne göre, enerjinin yedi kanalı veya ışını ruhları kategorize etmektedir. Yeniden doğuş bu ayrıma göre yasa tarafından yönetilmekte, her nesil deneyim, yetenek ve bilginin birikimini taşırken sorunlarını da beraberinde getirmektedir. Birikim arttıkça daha başarılı nesiller gelecek ve sonunda gelecek olan son dönemde, yeniden doğuş sona erecektir. Bunun dışında kalan bir diğer grubun peşpeşe yeniden doğduğuna ve bu şekilde çok daha fazla bilgi ve deney kazandığına inanılmaktadır. Yani bu grup dünyasal deneyimin zorluğuna çabuk sona ulaşmak amacıyla katlanmaktadır. Bütün bunlar bilincin veya ruhun özgür seçimidir yani yasa evrimleşmektir ama seçim özgürdür.
Ruh sözcüğünün tam olarak anlamı verilemez çünkü ruh sonsuz bir kavramdır. Fakat genel anlamda ruh, bedene bağlı olan ve çeşitli dini ve felsefi bakımdan canlı insanı oluşturan tinsel bir ilkedir. İnsan varlığının maddi olmayan boyutu ya da özüdür. Eski Çağ felsefecileri ruh kelimesini çok daha geniş anlamda kullanıyorlardı. Onlara göre hareketi ve canlılığı sağlayan her ilke ruhtu. Modern düşünürler ise ruhu daha belirli ve sınırlı bir tanımla açıklıyorlar. Tarih boyunca oluşan tüm kültürler, ruh kavramıyla ilişkili maddi olmayan bir ilke inancını paylaşır. Modern dünya ruhu bilimsel platformda arıyor ve birgün bulacak. Kimbilir belki de ruhun ölümü, keşfedilince gerçekleşecek.
İlk Çağda hem Mısırlılar hem de Çinliler arasında ikili bir ruh kavramı bulunmaktaydı. Mısırlılar "Ka" nın (soluk) ölümden sonra yaşamakla birlikte tinsel nitelikteki "Ba" nın Ölüler Ülkesi´ne gittiğine inanıyorlardı. Çinliler´de ölümden sonra kaybolan bir ruhla birlikte ölümden sonra da yaşayan ve sonraki kuşakların tapınması gereken ussal bir ilke olan "Hun" a inanırlardı. Eski Yunan´da ortaya çıkan ruh kavramı döneme ve okula göre değişiyordu. Yunan felsefesi ilk önce bugünkü Ege´de bulunan Milet´te ortaya Çıktı. Bu okulun temsilcileri Thales, Anaksimandros ve Anaksimenes´di. Sokrates´ten önceki Yunan felsefesinde, felsefenin babası olarak kabul edilen Thales, "Arkhe" yani ilk temel madde olarak, herşeyin başı, sebebi ve ilkesi olarak "Su" yu kabul eder. Ona göre herşey Su´dan çıkmış ve yine Su´ya dönecektir. Thales´in öğrencisi olan Anaksimandros da Arkhe üzerinde durmuş fakat hocasından farklı olarak her şeyin başlangıcında bulunan, her şeyi kuşatan sınırsız şeyin "Apeiron" olduğunu söyler. Apeiron, yaratılmamıştır ve belirli olmayan bir şeydir. Daha sonra bu belirsiz şeyden zıtlar şeklinde ayrılarak bütün varlıklar ortaya çıkmıştır. Hayatın kaynağı Su´dur. İnsan dahil bütün canlılar suda yaşayan varlıklardan gelmiştir. İnsan sonradan karada yaşamaya başlamıştır. Türler durmadan değişir, fakat onların doğduğu madde yani Aperion hiçbir zaman yok olmaz. Milet okulunun üçüncü ve sonuncu filozofu olan Anaksimenes´e göre varlığın temeli Hava´dır. Bir hava (soluk) olan Ruh, insanı nasıl canlı tutuyorsa bütün evrende de hava vardır. Anaksimenes, bu düşünceyle felsefeye ilk defa ruh kavramını katmış oluyordu.
Geri dönen ruh
MÖ 5. Yüzyıl´ın ortalarında doğduğu ve yaşadığı tahmin edilen Demokritos da Arkhe´nin ne olduğunu araştırmış bir düşünürdü. Demokritos´a göre "var olan" meydana gelmemiş ve yok olmayacaktır. Var olanın dışında bir de "Boşluk-Mekan" bulunmaktadır. Bu mekan nedeniyle var olan bölünemeyen ve görülemeyen küçük parçalara ayrılır. Bu parçalara Atom denir. Atomlar sonsuz sayıda, öncesiz, sonrasız ve çeşitli boyutlarda ve baştan beri hareket halindedirler. Kaba ve ağır hareketli atomlar katı cisimleri (toprak gibi), hızlı hareket edenler ve ince olanlar suyu, hava´yı ve ateş´i meydana getirirler. Demokritos, Ruhu da atom düşüncesiyle açıklamaya çalışır. Ona göre ruh en ince, en düzgün ve en hareketli atomlardan meydana gelmiştir ve de ruhun atomları bütün vücuda yayılır. Düşünür Epikuros ise, Demokritos´un öğretisini ana çizgileriyle benimser. Ona göre evrende sadece atomlar ve boşluklar vardır ve bütün cisimler atomların çarpışması sonucuyla oluşurlar. Ruh ise bedendeki atomlardan daha ince atomlar tarafından meydana gelir. Ve Platon; Antik Çağ düşünürleri içinde eserleri tamamen günümüze kadar ulaşan tek örnektir. Platon ve Sokrates ruhun ölümsüzlüğünü kabul ederler. Platon´un ruh görüşü önemlidir. Ona göre ruh, vücuda bağlı olmadan önce "idealar" aleminde yaşamış ve ideaları görmüştür. Eğer böyle bir durum varsa yani biz var olmadan önce de bir ruh var olmuşsa, o zaman ölümden sonra da var olmaya devam edeceği sonucuna ulaşabiliriz, der. Ona göre ruh, her zaman geldiği yer olan idealar alemine dönmeyi arzular. Bu dünyada bir beden içinde kalmaya mahkum olan ruh, bedenden kurtulup tekrar saf haline dönebilmeyi istemektedir. Çünkü ruh beden kalıbına girince ilahi kaynaktan geldiğini unutarak ihtiraslarının esiri olur.
Ruhsal sınıflandırma varmı?
Platon´un öğrencisi Aristotales bütün hayali olayların ruhun idaresinde gerçekleştiğini ve ruhun canlıyı cansızdan ayıran, vücudu şekillendiren ilke olduğunu varsayar. Aristo ise, ruhu üç sınıfa ayırır. Ruhun en alt sınıfı, bütün bitki, hayvan ve insanlarda ortak olarak bulunan bitkisel ruhtur. Bitkisel ruh, beslenir, büyür ve neslini devam ettirir. Ruhun ikinci sınıfı olan hayvani ruh algılama ve hareket ettirme kabiliyetine sahiptir. Ruhun üçüncü ve en yüksek sınıfını ise, insani ruh teşkil eder. Bitkisel ve hayvani ruhlar bu ruhun ortaya çıkmasını sağlarlar. Sadece insanda bulunan insani ruhun başlıca özelliği akıldır. Burada hayvani ruh bitkisel ruha, insani ruh ise hayvani ruha hakimdir. Hayvani ruh vücutla ortaya çıkar ve bedenle beraber yok olur. İnsani ruhun ön önemli özelliği olan akıl ise vücuttan bağımsız ve sonsuzdur yani insani ruh bilgiye sahip olmak yetisiyle diğer ruhlardan ayrılır.
Ruh organ mı?
Yunan felsefesi kendisini dini etkilerden kurtararak yerine bilimsel ve akılcı (rasyonalist) görüşleri getirmeye çalışmıştır. Buna karşın zamanla etkin olan Hellenistik Felsefe din ile felsefeyi bütünleştirmeye başladı. Böyle bir özelliği taşıyan Yeni Eflatunculuk´ta (Neo Platonizm) Plotinos´u görüyoruz. Plotinus herşeyden önce materyalizme karşı bir düşünceyi savunur. Ona göre ruh, bir bütün ve bir birliktir. Yani parça parça olmayan bölünmez bir bütündür. Maddi ve cismani bir şey olmadığı gibi, bedenin bir organı da değildir. Fakat bedenin her tarafına yayılmıştır. Buna göre ruh görülebilen ve idrak edilebilen bir cevherdir. Ruh, bedene hakim olmakta, ona şekil vermekte ve yaşamasını sağlamaktadır. Ölümle birlikte bedeni terkeder ve böylece beden çürümeye başlar. Beden güzelliğini ruhtan alır. Kısacası beden ölüme mahkum olduğu halde ruh ölümsüzdür.
Doğuda ve Uzak Doğu´da iyi ruhların yardımını kazanmak, kötü ruhlardan korunmak amacıyla ruhlara hediyeler vermek şekliyle bir tür atalara ibadet kavramınin geliştiği görülür. Hintliler´in Ganj Irmağı´na, Eski Mısırlılar´ın Nil´e, Mecusiler´in ateşe, Sabiiler´in yıldızlara tapmalarının ardında bu gerçek vardır. Günümüz Afrika´sında, Amerika´da ve Avustralya´da bazı ilkel kavimler hala bu inancı sürdürürler. Bazı batılı din araştırmacıları buradan yola çıkarak, ruhlara tapınmayı ilk din olarak tanımlarlar ama bu yaklaşım reddedilmektedir çünkü özünde dinin insanların hayal dünyasından doğduğu ve zamanla gelişerek bugünkü haline geldiği düşüncesi vardır. Japon dinlerinden Şintoizm´de birçok ruh çeşidi bulunmaktadır. Ailenin ruhları, köylerin ruhları ve imparatorun atalarının ruhları gibi... Bunların dışında doğa kuvvetlerine can veren başka ruhların da bulunduğuna inanılır. Şintoizm aynı zamanda çok tanrılı bir dindir. Hindular, Atman´ın (bireysel ruh) zamanın başlangıcında yaratıldığına ve doğum sırasında bedene hapsedildiğine inanırlar. Bu inanca göre bedenin ölümü sırasında Atman yeni bir bedene geçer. Bazı Hinduizm inançlarına göre ölüm ve yeniden doğum sonsuza kadar sürer. Asya inançlarında ruh daha karmaşık ve bilinmezdir.
Ölüm, fizik bedenin, ruhsal enerjinin yok olmasıyla kullanılamamasıdır. Bu süreç uzun veya kısa olabilir; hastalıklar veya kazalar bunu belirlediğinde ruhsal oluşum süreci başlamış olur. Astral- mental ve eterik bedenlerin etkileri ve varlıkları artık fizik bedenle ilişkili değildir. Bilgeler ölümün hemen sonrasında astral bedene de dikkat ederek, ölümden sonra üç gün beklenmesini de önerirler, bu süre içinde eterik beden fizik bedenle olan ilişkisini tamamen kesecektir. Yine aynı mistik kaynaklar, üç günün içinde bilincin eterik ve fizik bedenin ayrılması işiyle meşgul olduğunu belirtirler; sonuçta eterik bedenin partikülleri ayrılacak ve geriye dönerek bizi çevreleyen eter enerjisi okyunusuna tekrar katılacaktır. Sürecin kolay veya zor olması bireyin karmasıyla yani önceki yaşamlarından gelen bilgi ve deney birikimiyle ilgilidir. Peki bunlar ne demektir? Eterik beden, fizik bedenimizin kalıbıdır; astral kılıf ise astral plandaki bilincimizdir; işte bu kılıf, metafizik anlayışa göre ölümün ardından 7 astral planla, kendi astral yapısının gereği olarak ilişki kurmaya başlar. Genelde astral bilinç, dünyasal yaşamından kalan izleri taşır ve bu kalıntılar yeni bir yaşam realitesinin idrağını zorlaştırırlar. Eğer bilinç, çok odaklanmışsa yani dünya bilincine çok yönelmişse ve mental yani zihinsel konsantrasyonu azsa kişi, astral planda çok kalacak ve çok düşünecektir çünkü fiziksel beyin dışındaki bir varoluşu hiç düşlememiş ve ilgilenmemiştir. Astral planda, sistemsel inanca göre fiziksel planda yeniden doğmak vardır ve Astral planda yaşamın bir gerçek olduğu öne sürülür hatta bu gerçeklik fizik plandakine benzer bir yoğunluktadır ama okült mantıkta bu yoğun veya kesif bir illüzyondur. Tüm ümitlerimiz, korkularımız ve saldırılarımız, nefretlerimiz, kıskançlık ve kötü huylarımız şu veya bu türde çok güçlü düşünce formları oluştururlar ve bu düşünce virüsleri urlarının çözülmesi, dağılması imkansız denecek kadar güçtür. Yani kendi cehennemimizi, astral planda kolayca yaratabiliriz ve bu cehennem arzularımızın ve inançlarımızda yarattığımız cehennem olacaktır; orada kinlerimiz, nefretlerimiz ve korkularımızla örülü tüyler ürpertici olaylar olacak ve bizi karşılayacaktır. Bilgelerin öğütlerinin ardında, düşüncelerimizi ve duygusal tepkimelerimizi kontrol etme önerileri ve öğretileri vardır.
Bilimsel ve deneysel çizgide ruhun araştırılması bir başka yazının, Spiritülizm yahi Ruhçuluk anlayışında ruhun elde edilmesi daha başka bir yazının konularıdır. Kaldı ki Ruhçuluk, tüm iddialarına rağmen, yukarda geçen ve geçmeyen sayısız görüşten, yaklaşımdan, inançtan ve etkiden oluşmuş bir yan iddiadır. İçinde, Museviliğin korkunç tehditleri, Hıristiyanlığın kutsallığı ve yüceliği, İslam´ın cennetsel ödülleri, Budizm´in karması ve sonsuzluğu ve de Antik felsefeyle yüzyıl başındaki sosyo-ekonomik koşulların oluşturduğu psiko-şokların izleri vardır. Ama bu mükemmel ve kasıtlı bir sentez değildir. Öylesine oluşmuş bir birikimin sonucudur. Son olarak, "Cevap nedir?" sorusuna verilecek tek bir cevap vardır; o da bilimin evrimidir. Geleceğin teknolojisi ve bilgisi insanın yaşamsal niteliğini ve niceliğini algılayacak ve çözümler getirmeye başlayacaktır. Ve belki de ölümsüzlüğün şifresinin inançlarla değil, bilgiyle çözüleceği görülecektir. Ve o zaman da ruh, Nostradamus´un dediği gibi ölümle beraber ölecektir. Ne zaman mı? 3797 yılında...
Eski Yunan´da ortaya çıkan beden-ruh kavramı Augustinus gibi düşünürlerce, Hıristiyanlığa aktarılmıştır. Augutinus´a göre ruhun var olması hafıza, düşünce ve şuur ile kanıtlanabilir. Gerçek insan ruhla özdeşleşir. Ruh bedenden ayrı olsa bile bedensiz bir ruhu düşünmek imkansızdır. İslam düşünürleri ruhun bedenden binlerce yıl önce "alem-i ezel" de yaratıldığına ve sonra bedene yerleştirildiğine, beden öldükten sonra da var olmayı devam ettiğine inanırlardı. Biraz daha farklı olarak Türk asıllı İslam bilgini Farabi, ruhun bedenden sonra yaratıldığını ve ölmeyen bir düşünce olduğunu düşünüyordu. Farabi, peygamberliğin de tıpkı ruh gibi kazanılmış bir nitelik olduğunu kabul etti. Farabi İslam felsefecileriyle olduğu gibi ruh konusunda Eflatun ve Yeni Eflatuncular´la da görüş ayrılığı içindeydi. Ne ruhun bedenden önce varolduğuna ne de bedenden bedene ruh geçişine inanıyordu.
Ruh yokolmaz
Farabi´den sonraki en büyük düşünür olarak kabul edilen İbni Sina çalışmalarında ruh görüşüne geniş yer verir. Ruhu madde veya şekil fikri ile açıklamaya çalışır. Ona göre mevcud olan herşey madde veya şekil olarak zaten ve ebediyen vardır. Ruh bedende iç hareket halinde bulunduğundan şekil cinsindendir. Bir prensip olarak alınan ruh hayvanı hayvan, insanı da insan yapan manevi bir cevherdir.
İbni Sina ruhla ilgili şu delilleri ileri sürer;
1- Ruh, bedenin ölümü ile dağılmaz, varlığı tek ve aynıdır.
2- Ruh, bedeni meydana getirir. Ruhtan önce beden olmaz.
3- Beden, ruh tarafından terkedilince, bir ceset haline gelir.
4- Ruh, melekeleri vasıtasıyla kendi başına bedene etki eder ve onu korur.
İbni Sina, ruhtan önce bedenin olamayacağını ve bedenin ölümü ile de ruhun yok olmayacağını söyler. Bedeni koruyan ve ona tesir eden ruhtur ve bedenden bağımsızdır. Bununla birlikte bedenin ruha ruhun ise bedene ihtiyacı vardır. Bedenin ölümünden sonra ruhun bir başka bedene girmesi söz konusu olamaz. İbni Sina´ya göre ruhun ilkesi yok olmak değil, var olmaktır. Ki Yunan´da bedene ruh geçişine inanıyordu.
Gazali ve Hazreti Ayşe
"Sevgi" canlı varlığın, haz veren bir nesneye karşı eğilimli olmasıdır. Söz konusu eğilimin güçlenmesi haline aşk denir.
İMAM GAZALİ
İmam Gazali ise Aristo gibi üç çeşit ruhun var olduğunu kabul eder. Bunlar, bitkisel, hayvani ve insani ruhlardır. Bitkisel ruh, canlı varlıkların ilkini ve en alt tabakasını oluşturur ve üç gücü vardır.
A- Doğurucu güç: Bitki bu güç ile ürer.
B- Büyütücü güç: Bitkinin büyüyüp gelişmesi, dal budak salması bununla mümkündür.
C- Besleyici güç: bitkinin beslenmesini sağlayan güçtür.
Gazali´ye göre bitkisel ruhtaki bu güçler hayvani ve insani ruhta da bulunmaktadır. Hayvani ruhun da iki gücü vardır. Hareket ve idrak gücü. Gazali hayvanlardaki bu güçlerin insanlarda da bulunduğunu fakat insanlardaki düşünme gücünün onlarda bulunmadığını düşünür. İnsani ruhda ise yapıcı ve bilici güç bulunur. Bu güce akıl da denilebilir. Kalp veya ruh nedir? sorusuna Gazali, Kuran´dan "Sana ruh nedir diye sorarlar. De ki ruh Rabbimin emrindedir." anlamındaki ayetle cevap verir.
Hz. Ayşe ruha karşı mıydı?
İslam düşüncesinde ruh temelde "Nefs" olarak tanımlanır. Aslında sözcüğün çoğulu "Ervah"dır, İbranice´deki "eloah" veya çoğulu "elohim" den çağrışır. "Allah" sözcüğünün buradan türediği düşünülmektedir çünkü Tevrat Tanrı´nın bir çalılığın ruhu olduğunu söyler ve Yuhanna İncili´nde de benzer bir yaklaşım görülür. İslami terminoloji Cebrail´e "Ruhül Kuds", Peygamber İsa´ya ise "Ruhullah" der. Kuranı Kerim birçok yerinde ruha çok önem verir, çeşitli yerlerde vurgular. Buna karşın Hz. Ayşe, "ölülere duyuramazsın" ayetini öne sürerek, ruhların ölümden sonra işitmediklerini ileri sürer. Oysa gerek Sahabeler, gerekse de çağdaş İslam bilgeleri; "bilen işitir" tümcesinden yola çıkarak, ruhların mezarda yaşadıklarına göre duyup işittiklerini iddia ederler. Yani Peygamber´in eşi Ayşe´nin görüşü, Buhari´nin hadisine rağmen pek taraftar bulmaz.