Türkiye Gizemleri

Bilinmeyen.Com / Türkiye Gizemleri Kategorisi

Didim bir kehanet şehrimiydi?

Didim ve Lucifer ilişkisi

Apollo ve Lucifer ilişkisi

Antik Yunan´da ve İyonya´da (Batı Anadolu) "Orakl" merkezleri birçok yerdeydi. Fakat daha önce mitolojiye bir göz atmak yararlı olacaktır. Apollon, en büyük tanrı olan Zeus ile sevgilisi Leto´nun oğludur, Zeus´un kıskanç karısı Hera´dan kaçan Leto, Delos Adası´ndaki Kynthos Dağı´na gelir ve orada Apollo ile kızkardeşi Artemis´i doğurur. Mitlere göre doğum esnasında, göklerden altın pırıltılı yağmurlar yağmış, güller açılmıştır. Apollon, ışığın tanrısıdır, ona "Phoibos" yani "ışıldayan" veya "ışığı getiren" olarak da tanınır; burada ezoterik anlamda Apollo´nun Şeytan´ın majikal tanımı olan "Lucifer" ile özdeşleştiği farkedilir. Apollo´nun ve Lucifer´in ışığı ya da daha uygun tanımla bilgiyi vermesi, özde saklı olan sembolizmanın ifadesidir. Ve Apollo aynı zamanda da kehanetlerin tanrısıdır, üstteki sembolizmadan yola çıkarak geleceğin bilgisinin insana verildiği noktasına ulaşırız ve o zaman da pagan inançlara karşı doğan tek tanrılı semavi dinlerin kehanetlere neden karşı çıktığı anlaşılır. Tüm pagan kültürü ve gelenekleri yok etmek zorunda olan günümüzde yaşayan üç büyük semavi din ve onların uzantısındaki inançlar doğal olarak gelecekten haber vermeyi şeytansı tanımlamışlar ve korkutarak yasaklamışlardı. Apollo, kehanetlerin babasıydı ve "Orakl" merkezleri onun adına ve onurunaydı. Delphi, Claros ve Didima bunların en önemlileri ve etkin olanlarıydılar. Didima ya da "Didymaion" sözcüğü "ikiz" anlamına gelir, ikiz kardeşleri yani Apollo ile Artemis´i kasdetmektedir.

 

Didim´de 25 metrelik dev apollo

25 Metrelik Apollo Heykeli

Didima´daki Apollon Tapınağı, bugün Aydın ili hudutları içinde Söke kazasına bağlı Yenihisar (Yoran) köyü mevkiidir. Tapınak, antik çağlarda Miletos´un yaklaşık 19 km. güneyindeydi. Bilindiğine göre, şimdiki Tapınağın bulunduğu yerde ünlü İyonya göçünden ve Miletos kentinin kuruluşundan önce de eski bir tapınak vardı. Arkaik Dönem´den kalan bu eski Apollo Tapınağı, krallar tarafından hatta Lidya Kralı Krezüs tarafından da ziyaret edilmişti. İlk inşaatın MÖ 8. Yüzyıl´da yapıldığı ve yaklaşık MÖ 560´larda şimdiki büyük tapınağın tasarımlandığı Alman arkeologlar tarafından ileri sürülmektedir. MÖ 5. ve 6. Yüzyıllar´da, Tapınağın etkisi azalmaya başladı. 5. Yüzyıl´da Persler Batı Anadolu´ya yani İyonya´ya geldiler. Tapınak, çevresindeki yerleşim alanı ve içerde bulunan bronzdan yapılma dev Apollo heykeli (Bronz Apollo heykeli, 25 metre yüksekliğindeydi ve çatısız iç avluda "Cella" duruyordu, çevresi mitolojik yaratıklarla süslenmişti.) Pers Kralı Darius tarafından yok edildi. Tapınak 180 yıl boyunca harabe olarak kaldı. Büyük İskender´in Persleri kovmasının ardından yeni bir yükseliş dönemi başladı. İskender Tapınağın yeniden yapılması emretti, sonra Suriye Kralı I. Sleukos, Persler´in kaçırdığı Apollo heykelini Tapınağa geri getirtti. MÖ 300´de günümüzdeki Tapınak, Efesli Paionias (Artemis Tapınağı´nın mimarlarındandı) ve Miletos´lu Daphis tarafından inşa edilmeye başlandı.

 

Didim´deki Tapınak inşaatının sonu

Ama proje çok büyük tutulmuştu, bu nedenle de tamamlanamadı, inşaat MS 200´lerde dahi bitmemiş, geçen beş yüzyıla rağmen sonuca ulaşılamamıştı. Roma İmparatorları´nın desteğine rağmen yine de inşaat tamamlanamadı, bugün dahi inşaatın eksiklikleri görülmektedir (traş edilmemiş taşlar, yivsiz sütünlar ve ücretini alamamış taş ustalarının imzalarının durması gibi..). Tapınak düz bir alan üzerinde değildir, bu nedenle yapı zaman içersinde kaymış ve bu nedenle de ön kısmına yay biçiminde bir takviye duvarı yapılmıştı. Temeller, depremlere karşı ızgara biçiminde yerleştirilmişti. Yapının ölçüleri 109.34 x 51.13 metre olarak tahmin edilmektedir. Toplam 112 sütun bulunuyordu (Bazı uzmanlara göre 124 sütün vardı). Ön girişte görülen 7 yüksek basamaklı, 3.5 metre yüksekliğindeki kaide (krepis), hem Hellenistik bir evrimin simgesi, hem de çukurda kalan o bölümü yükseltmek içindi. Tapınağın en çarpıcı yeri kuşkusuz önünde 1.45 m. yüksekliğinde bir eşik bulunan dev kapıdır. Bu büyüklük, mimari bir nedene dayanmıyordu, dini bir amaçtı ve bir kehanet merkezi olması etkindi. Tapınak, MS 200´lere kadar yarı inşa edilmiş haliyle kullanıldı; Hıristiyanlığın yayılması ve çok tanrılı inancın çökmesiyle içine bir kilise yapıldı ama bir yangın sonucunda tüm yapı zarar gördü. MS 395´de İmparator Theodosius; "tüm kehanetleri boş iş ve umut" ilan ederek yasakladı. "Orakl"ın sonu gelmişti. Bizans döneminde askeri garnizon olarak kullanıldı ve ikinci bir yangın yaşandı. 1493´deki büyük deprem tapınağa çok zarar verdi. Ve bundan sonra tamamen terk edildi; ta ki 18. Yüzyıl´a kadar... Tapınak´tan ilk kez ünlü gezginler Texier ve Nevton söz ettiler; 1858´de İngilizler, 1872´de Fransızlar çalışmalar yaptılar. 1904´ten sonra Wiagand başkanlığındaki Alman ekibi Tapınağı şimdiki haline getirdi.

 

Kutsal yürüyüşün hikayesi

Didima, bazı uzmanlara göre en büyük ve en tanınmış "Orakl" tapınağıdır. "Orakl", Claros´da olduğu gibi kadın kahinler ya da "Orakl" rahibeleri tarafından "Hexametrik" olarak yani altı mısralık şiirlerle verilirdi. Ziyaretçiler, "Orakl"a ulaşmak için önce kutsal yolu geçmek zorundaydılar. Didima´ya gelen ziyaretçiler rahiplerin yönetiminde ayinler yaparlar, alaylar oluştururlar, geceleri meşalelerle yürüyüşler yaparlardı. Kutsama dönemlerinde Miletliler o zaman liman olan Panormas limanına gelirler, dört kilometrelik taş yolu (son iki kilometresi heykellerle süslüydü) şarkılar söyleyerek (Paion: Kutsal şarkılar) yürürler ve Tapınağa ulaşırlardı. Bu yürüyüş dört gün sürerdi. Miletos´da bulunan MÖ 200´den kalma bir yazıtta törenlerin her yıl Nisan-Mayıs aylarında yapıldığı anlaşılmaktadır. İskender döneminde, yaklaşık aynı dönemler yılbaşı olarak kabul edilmişti. Tapınağın yapıldığı yerde muhakkak bir kutsal orman bulunmalıydı ve o zamanlarda vardı. Tapınağa ince dallı ağaçların örttüğü bir yoldan ulaşılır, dev sütünların arasından geçilerek, çok büyük bir avluya girilirdi. Bu tarz, şu anda Didim´de görülmektedir. "Orakl" Rahibeleri, bakireydiler, sürekli olarak kendilerini temizlerler ve tanrısal sözcüklere her an hazır olmak için perhiz yaparlar veya oruç tutarlardı. Didim Tapınağı´nın iç avlusunda, rahibelerin yaşadıkları bölmeler görülür, iç avlunun üstü açıktır ve buranın üstünün açık olması gelenekseldi. Claros´da olduğu gibi, Didim´de de iç avluda "vahiy" yani esinlenme ayinleri yapılırdı. Rahibelerin taşıdıkları asaların tanrılar tarafından verildiğine inanılırdı. "Orakl" yani Rahibe, silindir şeklinde döner bir taş bloğa (buna Axon denirdi) otururdu. Axon, muhakkak iç avluda bulunan küçük bir kutsal kuyunun ya da yeraltı kaynağının yanında veya yakınındaydı. Rahibe, tanrıların esinini almak için, yeraltı suyundan yükselen buharı solur ve ardından "Orakl"ı anlatan mısraları söylemeye başlardı. Daha sonra "Orakl", dış avluda bekleyen dilek sahibine uygun görülen anda iletilirdi. Rahibeler, kapının arkasında yer alan ve ortasında iki sütünun bulunduğu salona alınan dilek sahiplerine gizemli mısraları söylerlerdi. Tapınağa ibadete ve dilek dilemeye gelen halk, içeri giremez, öndeki sunağın çevresine toplanırlardı. İçeriye ancak görevli rahipler ve Apollo rahibeleri girebilirlerdi. Öte anlamda, ölümlülerin fiziksel ve ruhsal olarak içeri girememelerinin nedeni, tapınağın bir ölümsüze ait olması demekti. İskenderiyeli Herons, Antik Çağ insanlarının, tanrıların ve tanrıçaların dev kapılarda göründüklerini yazar. Aslında tanrıların dev kapılarda görülmesi inancı çok eskidir, Mezopotamya´daki Kar-Tikuti, Ninurta´daki Asur, Babil´den kalma Borsippa-Nabut ve Ezida tapınaklarında böyle kapılar vardır.

 

Orakılların varoluş sebebi

İnsanların büyük çoğunluğu için "Orakl"lar gereklidir. Sosyolog Abbott; "Yunan Orakl´ları büyük bir toplumun binlerce yıllık ruhsal gereksinimlerini yansıtırlar." der. Günümüzdeki insanlarda olduğu gibi, o çağlarda da yaşamın gizemleri hakkında toplumun soruları vardı. Cevaplar, "Orakl"lar tarafından sağlanıyordu. Arkeo-araştırmacı Lane Fox; "Orakl müşterileri, bilmek ve tartışmak isteyen insanlardılar. Düşünce ve eylem konularında emin olmak istiyorlar ve yol gösterilmesini bekliyorlardı." şeklinde bir açıklama getirir. Antik Çağ yazarlarından Lactantius ise, Didim Apollo Tapınağı´nda "Orakl"a "Ruh, ölümden kurtulabilir mi?" sorusunun sorulduğunu ve "Evet, bunun anlamı eterde doğmaktır (zaman ve mekan dışında), orada ebediyen varoluş vardır." cevabının alındığını yazar. Eter, Latince bir sözcüktür ve evrenin üst düzeyini ifade eder. Ruhla ilgili bir diğer cevap ise; "Ruh bedende, acıya tahammül ederken, incinmez ve acıyı tolere eder. Beden yaşlanıp, solup ölürken ruh evrende sonsuz boşluklarda özgür kalır.." şeklindedir. Görüldüğü gibi, iki cevapta da benzerlikler vardır. İkisinde de ruhun evrende bir yerde bedenden kurtulduktan sonra özgür olarak ebediyen varolduğu yaklaşımı vardır. İnsanlar Tanrı´yı sorarlar; Tanrı kimdir ve nedir? "Orakl" bu sorulara şöyle cevap verir; "Ölümsüz tanrı, ilahidir, eterdedir, ölümsüzdür, değişmez, ebedi ve daima aynıdır." Burada da eter göndermesi görülür yani evrenin çok üst düzeylerinde tanrı ve ruh vardır. "Orakl"lara benzeri sayısız soru sorulmuş ve benzer cevaplar verilmiştir. Dikkat edilirse verilen cevaplar, günümüzün egemen üç semavi dininin öğretilerine ve inançlarına çok benzemektedir. Aynı sorular rahiplere, hahamlara veya imamlara sorulduğunda hemen hemen aynı cevaplar alınacaktır. Bu nedenle, birçok Hıristiyan din bilimcinin "Orakl"ları dinsel amaçlarla veya inançları doğrultusunda kullandıkları görülür. Böylece, "Orakl"ların çoğu, ilk Hıristiyanlar´ın yazılarında yer alarak, bizlere kadar ulaşabildiler.

 

Kehanet nedir?

Quintus Cicero´ya göre, kehanet geleceğin açığa çıkması ve olacaklar bilimidir, ulvi ve yararlıdır. İki tür kehanet vardır; birisi bir olayın kehaneti yapan tarafından gözlenmesidir, bu özendirici ve yapay bir öngörüdür ve de çok çeşitli yöntemler kullanılır. Cicero´ya göre öteki kehanet türü, doğrudan Apollo´dan doğal veya sezgi yoluyla ilham alınmasıdır. Antik çağlarda ve hatta daha öncelerinde, kuşlarla kehanet yapılırdı çünkü kuşlar gök sakinleriydiler ve tanrılara daha yakındılar, dolayısıyla tanrıların konuşmalarını duymaktaydılar. Rüyalar aracılığı ile geleceği tahmin etmek (Oniromansi), tüm Pagan inançlarda vardı ve hatta Bergama´daki Asklepion Şifa Merkezi´nde hastaların tedavisinde yöntem olarak kullanılmıştı. Filozof Aristotle, bir rüya yorumcusuydu, rüyaları yorumluyor ve günümüz psikologlarının kullandıkları gibi kullanıyordu. Yunan ve Roma dönemlerinde Serapis Tapınakları´nda rüya yorumlatarak, şifa verilmesi bir modaydı. Roma döneminde, yüzyıllar boyunca ölülerle ilişki kurulmaya çalışıldı ve onlardan geleceğin öğrenilebileceğine inanıldı. Bir kutsal rahibenin mezarı "Orakl" haline getiriliyordu. Akhisar´da bulunan bir örnek yazıt şöyledir; "Tanrıların rahibesi Ammias ve onun çocukları; tanrıların ilhamı bu sunaktaki bakır kaplarla onun belleğindedir. Eğer birisi benden gerçeği öğrenmek isterse, bu sunağa gelip dua etmesine izin verin. O, her zaman gece ya da gündüz bütün dileklerini elde edecektir."

Bir diğer kehanet yöntemi, kelimelerin aslında saklı kehanetsel anlamlar içerdiğidir. Buna Yunanlılar "cledon" derlerdi, şimdilerde de "Cleomansi" adıyla, kelimeler yorumlanmaktadır. Tarihçi Plutarch, "İskender´in Yaşamı" adlı kitabında, Büyük İskender´in ordularını yola çıkarmadan önce Delphi´ye gidip danıştığını fakat kendisine verilen "Orakl"ı unuttuğu için yaşamını erken yitirdiğini yazar. Öyküye göre Delphi Kahinesi yani Pythia önce İskender´i reddeder ama Kral buna aldırmaz. Gider Pythia´yı bulur ve omuzlarından yakalayarak kendisine döndürür. Pythia Kral´a bakar ve; "Sen yenilmezsin, Oğlum.." der. Bu cümleyi işiten İskender, başka bir şey istemez çünkü istediği sözcüğü işitmiştir; "Yenilmezlik" Oysa Büyük İskender´i, bir komutan veya ordu değil, başka bir neden yenecektir ama kehanetin ötesini dinlememiştir.

Cicero, su kaynaklarının ve ırmakların ilahi lütufkârlıkla donatıldıklarına ve yanılmazlıklarına inanıldığını söyler. Homeros´a göre, kutsal Olimpiyalılar yani tanrılar "Styx" adlı ırmakta yargılanırlar ve yalan söyleyip, söylemedikleri belirlenirdi. Kahinler ve kahineler kutsal bir suyu içtiklerinde, geleceğin esinlenmesine ulaşırlardı (Hidromansi). Bu metod, ilk kez Suriye´de geliştikten sonra Demeter ve Asklepion tapınaklarında kullanıldı. Daha birçok kehanet yöntemi vardır ama asıl önemli olan şey, insanların hemen çoğunluğunun gelecekleri hakkında çok ilkel, basit ve sıradan sorular sormalarıdır. Bunlar çoğu zaman boş sorulardır. Agis adlı birisi büyük tanrı Zeus´a battaniyeleri ve yastıkları hakkında bir soru sorar; acaba onları kaybedecek midir veya birisi çalacak mıdır? Buna karşın, tanrılar bir insana kararsız olmamasını, çalışmayı istemesini önerirler. Çocuk balıkçı babası gibi olmalı ve balık tutma bilgisini öğrenmelidir. Yani önce insan kendi gücüyle herşeyi yaptığından emin olmalıdır...

 

Kehanet nasıl yapılıyordu?

Apollo Tapınakları´nın danışmanları yani kahinler ve kahineler, ilkönce kendilerini kutsal suyla yıkamak zorundaydılar. Tapınakların önünde, "pelanos" denen bir ücret ödenirdi. Pelanos, kehanet yapacaklara yönelik bir ön sunuydu, Plutarch tapınakların önünde, hayvan kurban edildiğini de yazar. Halktan 7 "drachma" ve 2 "obol" alınırdı. Özel istekler için 6 obol ödeniyordu. Bir drachma, 6 obol ediyordu. Daha üst düzeydeki istek sahiplerinden, onbir kez daha fazla ücret alınırdı. Bir diğer hazırlayıcı test ise, Apollo´nun izin verip vermeyeceği yönündeydi. Bunun için kurban edilecek olan keçi, kutsal suyla yıkanırdı. Eğer kurban hareketsiz kalırsa, Apollo isteği onaylamıyordu, eğer kurban çırpınır ve kurtulmaya çalışırsa Apollo isteği onaylıyordu ve cevap verilebiliyordu. Bundan sonra hayvan sunağa yatırılır ve kesilirdi. Pythia´nın yani kahinenin bulunduğu yere geçilemediğinden, kurbanlar kesildikten sonra içeri yollanırdı. Bu arada, soruyu soran kişi sorusunu yazılı olarak görevli rahibe verirdi. Rahibelerin söylediği Apollo´ya övgü şarkıları arasında, rahip soru kağıdını özel rahibeler aracılığıyla, Apollo ve Dionysus heykellerinin bulunduğu özel bölmede bulunan Pythia´ya gönderirdi. Pythia, üç ayaklı bir sehpada veya taburede otururdu. Tanrı Dionysus, transı simgeliyordu, üç ayaklı sehpa Apollo´nun simgesiydi ve onun oturduğu yer olarak kabul ediliyordu. Pythia´nın içine Apollo´nun geldiğine inanılıyordu. Her kehanetten önce Pythia, bir kez daha yıkanıyor ve temizleniyordu, kutsal defne yaprakları çiğniyor ve kutsal sudan içiyordu. Özel kokular arasında Pythia, transa geçiyor ve tanrısal kattan gelen kehaneti içeren kutsal sözcükleri haykırarak söylüyordu. Trans esnasında Pythia´nın söylediği sözcükler ilk bakışta, saçmasapandı. Pythia´nın çılgınca hareketleri, bugünkü anlamda "self-hipnoz" yani kendi kendine hipnoz olarak tanımlanmaktadır. Pythia´nın anlaşılmaz sözcükleri doğal olarak yorumlanmaktaydı. Aslında Pythia´lar birer medyumdular ama dönemin tarzına uygun olarak şiirsel bir dille yani mısralar halinde kehanet yapıyorlardı. Pythia´nın kehanetleri rahibeler tarafından yazılıyor ve bir kopyası müşteriye verilirken, öteki kopyası tapınağın arşivinde saklanıyordu. Ne yazık ki, bu arşivden geriye birşey kalmadı.

 

Dişi kahinler

Sibıllar, Bakisler ve Pythialar

Sibıllar, kutsanmış dişi kahinlerdiler ve onlara "Bakis" denirdi. Geçmişlerinin MÖ 8. Yüzyıl´a kadar uzandığı bilinmektedir. Sibıllar ve Bakisler Apollo Tapınakları´nın çok öncelerindeki ilk Pythialar´dılar. İlk Pythialar´ın MÖ 7. Yüzyıl´da ortaya çıktıkları sanılıyor. Sicilyalı Diodorus´a göre, "orakl"lar yani kahineler bakire olmak zorundaydılar çünkü fiziksel saflıkları önemliydi; aynı zamanda da Artemis ile de ilişkiliydiler. Pythialar daha genç bir kızken seçilirler ve yaşlılar tarafından yetiştirilirlerdi. Seçim genelde soylu ve saygın bir aileden yapılırdı. Ama bazen, aileye çocukken girmiş fakir ailelerden gelen kızlar da Pythia olurdu. Önemli olan başka bir konuda eğitilmeden Pythia eğitimine girebilmekti. Bir Pythia Apollo´nun karısı sayılırdı, antik zamanlarda Pythia´nın doğumu Mart veya Nisan başları olan 7. ayda (Bysios) kutlanırdı. Sonraki dönemlerde kutlamalar kış aylarında yapıldı. Çok önemli kehanetler, dinsel takvimlere göre yapılır ve uygun zaman beklenirdi. Çok fazla talep olduğunda aynı anda üç Pythia´nın görev yaptığı biliniyor. Fakat MS 2. Yüzyıl´dan sonra "Orakl"lar azalmaya başlayınca, ortada tek bir Pythia kaldı. Ve Hıristiyanlığın ışığı parladıkça, Pythia´nınki sönmeye başladı. Artık Pythialar yaşamıyorlar ve tabii Apollo´da... Ama "Orakl"lar onların yeniden doğacaklarını söylemişlerdi. Kimbilir ne zaman?

Gizem Turizmi

Türkiye´de ve bizde de görmenizin şart olduğu yerler vardır, bu yerleri muhakkak görmelisiniz. Gizem Turizmi´ni yaşamanız sizi farklılaştıracaktır. Bilinmeyen.com çok yakında bu turları sizinle birlikte düzenlemeye başlayacak ve ülkemizin mistik geçmişini birlikte keşfetmeye başlayacağız. Üzerlerine binlerce kitabın yazıldığı kayıp uygarlıklar ve kentleri sizlerle birlikte gezecek, yeni kapılar aralayacağız. İşte Ege´den, Harran´a, oradan Tarsus´a uzanan Türkiye Gizemtur´umuzun birinci bölümü;

Çoban Endymion sizi bekliyor

Büyük ozan Keats´ın en sevilen şiirlerinden birisi genç bir çobanla ilgilidir, çobana Ay tanrıçası aşıktır ama bir ölümlü ile sürekli beraber olamayacağı için belli zamanlarda bir dağda buluşurlar. İşte bu aşkın yaşandığı dağ Türkiye´dedir. Mitolojik adıyla Latmos Dağı, antik Karya yöresinde, şimdiki

Bafa Gölü´nün kıyısındadır. Karya Antik Çağ´da Halikarnas´ın başkentiydi. Gelelim öyküye; bir gece Artemis gümüş arabasıyla göklerde dolaşırken, aşağıya bakar ve bir tepenin eteğinde uyuyan genç bir adam görür. Hızla aşağıya iner ve onu öper, uyanan genç karşısında tanrıçayı görünce şaşırır, tanrıça ona aşkını ilan etmektedir. Sonra tanrıça gümüş parmaklarıyla genç çobanın gözlerini ovalar ve uykuya daldırır. Artemis, her gece gelir ve uyuyan delikanlıyı ziyaret eder. Çobanlık yapan genç, ölümlüdür ama Artemis onun çekiciliğine dayanamamakta ve Olimpos´un yani Tanrılar Dağı´nın yasalarını çiğnemektedir. Sonra çobanı alır ve Latmos Dağı eteklerinde yaptığı küçük bir tapınağa saklar, ona ebedi gençliği aşılar ve her gece ziyaret etmeye devam eder. Bir diğer öyküye göre ise, çobanın adı Endymion´dur ve Yunan Kralı Elis´in oğludur. Bu öyküde Artemis, Ay tanrıçası Selene rolündedir, Endymion´a aşık olunca keyifli bir anında ne isterse yapacağını söyleyen babası Zeus´a yalvarır ve Endymion´u sonsuza kadar uyutmak için izin alır. Yakışıklı Endymion, genç ve yakışıklı kalmak uğruna kabul eder ve ebediyen uyur. Selene ise, her dolunayda gelerek sevgilisini uyurken öper. Öykü bu ama mitolojiye bakılırsa tanrıçanın uyuyan aşkını öpmekle yetineceğini düşünemiyoruz. Çünkü diğer mitolojik kaynaklara göre, Artemis´in elli kızı vardı ve herhalde bunları uyuyan çobanlardan doğurmadı. Ama farketmez, mitoloji çelişkileriyle değil, öykülerin sunduğu bağımsız mesajlarla geçerlidir. Yolunuz örneğin Bodrum´a giderken muhakkak, Bafa Gölü´nden geçecektir, bir yarım saat ayırın ve gölün karşı kıyısına yani Latmos Dağı´nın eteğine geçin. Orada küçük bir yıkıntı bulacaksınız, işte Endymion´un ebediyen uyuduğu yer burasıdır. Hele bir dolunay gecesinde orada olursanız, kimbilir belki de Artemis-Selene´yi uyuyan Endymion´u ziyaret ederken görebilirsiniz. Hele bir de aşıksanız, o zaman Zeus üçüncü gözünüzü açar ve sıradan ölümlülerin göremediklerini görebilirsiniz. Malum ya, aşk en büyük büyüdür...

Efes´e yolculuk ve Xena´nın vatanı

İzmir´in güneyinde, Selçuk kasabasının hemen yanında dünyanın en önemli antik kentlerinden birisi vardır; Efes. Efes, geçmişte İyonya Konfederasyonu´na dahildi ve Küçük Asya´nın en önemli kentiydi, ticari gücüyle İzmir ve Bergama ile rekabet ediyordu. Bugün orada geçmişi 12. Yüzyıl´a kadar uzanan çok etkin kalıntılar vardır. Efes´de birçok kent kurulmuştur, 400 yıl içinde yedi kez yıkılmış, yakılmış ve yeniden kurulmuştur ve Efes´de Artemis veya Diana adına kurulmuş en büyük tapınak vardı. Artemis Tapınağı, efsanelere göre Amazonlar tarafından kurulmuştu, bin yıllar boyunca bir ağacın yanında simgelenerek toprak ana imajıyla beslendi, büyüdü. Amazonların kutsal kadını, sonunda Artemis´e dönüştü. MÖ 550´de Krezüs, yıkılan tapınağı tekrar yaptırdı ama MÖ 356´da İskender´in doğduğu gecede, bir çılgın tapınağı ateşe verdi. Artemis´in o gece İskender´in doğumuyla ilgilendiği için, tapınağını koruyamadığına inanıldı. Sonra çok daha büyük boyutlarda bir kez daha inşa edildi ve artık Dünyanın Yedi Harikası´ndan biriydi.

MS 265´de Gotlar tarafından yine yıkıldı. Bugün geride hiçbirşey yok. Çalınıp dünyanın önemli müzelerine götürülen parçalar dışında, bugün tapınağın yerinde birkaçtaştan başka birşey yok. Efesliler, Apollo´nun kızkardeşi, gecelerin tanrıçası Leto´nun kızı Artemis´e taparlardı. Tanrıça Artemis, Apollo´dan bir gün önce, Efes yakınında Ortygia´da doğmuştu ama ikizi Apollo ise Yunan adalarından Delos´da doğmuştu. Mitolojinin bir diğer oyunu daha; anlaşılan Leto önce kızını doğurmuş ve aynı gün içinde Ege Denizi´nin ortasındaki Delos´a gitmiş ve orada oğlunu doğurmuştu. Peki, bunu nasıl yaptı? Şimdi gelin de, Von Daniken´a inanmayın, Leto ancak hava yoluyla bunu yapabilirdi. Neyse, Efes Roma döneminde Roma Asyası´nın başkentiydi, çok güçlü bir ticari merkezdi, ihtişamlı ve görkemli bir kent olarak çağın en parlak kentlerindendi. İmparator Trajan tarafından yapılan 25.000 kişilik tiyatrosu, hala kullanılmaktadır. Efes´in Hıristiyanlık´taki yeri çok büyüktür, ilk İncil´de Paul´un Efesliler´e Mektubu´nda adı geçer. Paul, Tarsus´da doğmuş ve üç yıl Efes´de yaşamıştı. Efsaneye göre Meryem Ana da, oğlunun ölümünden sonra Efes´e geldi, yaşamının son yıllarını orada yaşadı ve öldükten sonra Efes´de bir yere gömüldü. Birçok güvenilir kaynağa göre, Meryem Ana, Aziz John ile beraber Efes´e MS 40´da gelmiş ve kentin hemen yanındaki Bülbül Dağı´nda yaşamıştı.

Antep Megalitleri

Antep fıstığı, baklavası ve köftesi ünlüdür ama megalitlerini kimse bilmez. İşte size yöresel bir mit; İlyas Özbakış adlı bir Antepli anlatıyor; "Dedemin anlattığı bir öykü var; bir akşam üzeri megalitlerin yakınındaki tarladan eve dönmeye hazırlanıyormuş. Yürürken arkasından bir vızıltı sesinin geldiğini duymuş, aynı anda da ağaca bağlı olan atı kişneyerek, panik halinde tepiniyormuş. Tam o anda dedem kayanın üzerinde insana benzer bir şekil görmüş, hemen ardından da ikincisinin kayanın altında durduğunu farketmiş. Yukardaki ellerini kollarını sallarken, aşağıdaki yukardakine aynaya benzeyen bir aletle bakıyormuş. Elbiseleri o kadar parlakmış ki, dedemin gözleri kamaşıyor, bakamıyormuş. Sonra yukardaki adam geriye doğru çekilip, alttaki ise aynı anda yokolmuşlar. Dedem o anda, tüm tüylerinin kalktığını hissetmiş, Sonra yine vızıltı sesi yine başlamış ve kayanın ardından

göğe doğru altın renkli bir top yükselmiş ve kuzey doğru giderek görünmez olmuş. Dedem ne görmüştü? Rahmetli olayı hiçbir kelimesini değiştirmeden yüzlerce kez anlattı. Kimdi onlar ve altın top neydi? Ben megalitleri inceledim, bana göre belli bir yıldız grubuna göre yerleştirilmişler, sanırım Regulus ve Denebola takım yıldızlarıyla benzerlik gösteriyorlar." Anlatı böyle, İlyas Özbakış´ın dedesinin UFO´lardan, uzaylılardan haberi yoktu, onun kültüründe bunlar yoktular. Burası ilginç ama cevap yok. Bizi ilgilendiren şey şimdilik megalitlerden ibaret. İngiltere´deki, Fransa´daki benzerlerini görmeye gelen yüzbinlerce turisti gördükten sonra neden Antep´e kimse gelmiyor diye hayıflanıyoruz...

Harran piramitleri

Harran, Gap´tan sonra bir cennet olma yolunda. Kurak topraklar yeşeriyor ve yaşama dönüyorlar. İnançlara göre Harran, Adem´in dünyaya indikten sonra çiftçiliğe başladığı ilk yerdir, toprağın bereketi Adem´in elinden gelmektedir. Mezopotamya mitlerinde Ay tanrısı Sin, Sümerler´in Güneş tanrısı Samaş ile Yıldız tanrı İştar´ın babası, evreni yaratan Enlil ile Ninlil´in oğludur. Tevrat, Sin´den bahseder, İbrahim Peygamber´de Sin´in yönettiği Ur yöresinde doğmuştur. Zaten İbrahim´in yaşadığı bölgenin Şanlıurfa ve Harran olduğuna inanılır. Bu mitlere göre, Harran kozmolojik bir merkez olarak düşünülür. 9. Yüzyıl´da Ay´a ve yıldızlara tapan Sabiiler´in yaşadığı Harran´dan Kuran´da da, Bakara ve Hac Sureleri´nde söz edilir. Sabiiler, iyi şeytan Azimun´a taparlar, Adem´in oğlu Şit´e, İdris Peygamber´e (Yunan´da Hermes) ve mitolojik ozan Orfeus´a taparlardı. Kısacası Harran, bu görkemli mitolojik birikimiyle sıradan bir yer değildir. Yeniden doğan Harran´ı görmenin ötesinde,

ünlü piramit evleri görmek te önemlidir. Harran´ın piramit evleri hayvanları ve bitkileri korumak ve verimli kılmak için kullanılıyor. Kışın sıcak, yazın serin oluyarlar. Tavukların Harran evlerinin içinde daha çok yumurtladıkları, koyun ve ineklerinin sütlerinin arttığı, yiyeceklerin uzun süre bozulmadan kaldığı, soğanların filiz verdiği anlatılıyor. Kısacası Harran ve piramit evleri görülmeye değer. Sahi artık Gap Turizmi´ne sıra gelmedi mi?

Yedi Uyuyanlar´ın radyasyon etkisi
 

 

Yedi Uyuyanlar´ın öyküsünü herkes bilir, tekrara gerek yok ve Anadolu´da dokuz tane Yedi Uyuyanlar Mağarası vardır. Hepsi de gerçek kabul edilir ama Tarsus´daki ve Efes´deki mağaralar en ünlüleridirler. Oysa Efes´deki mağara, sadece ilk Hıristiyanların saklandığı bir yerdir. Asıl ilginç olan ise, Tarsus´dakidir. Tarsus Yedi Uyuyanlar mağarası, piramit şeklindeki bir dağdadır. Mitolojide Yedi Uyuyanlar´ın Benelüs

adlı bir dağa çıktıkları anlatılır; sözcük ilginçtir; Latince´de "Bene" iyi, güzel, "lüs" veya "lux" ise ışık demektir yani dağın adı "Güzel ışık dağı"dır. Başka bir kaynak dağın adının "Enceladüs" olduğunu yazar ama Encaladüs Yunan mitlerinde Zeus´un ışığını taşıyan devin adıdır. Zeus onu, Etna yanardağının altına gömmüştür yani yine ışıklı bir dağa. Görüldüğü gibi, karıştırdıkça iş uzuyor, Yedi Uyuyanlar´ın ardında birşeyler var ama herhalde hiçbir zaman gerçeği bulamayacağız. Efsanelerin, mitlerin keyfi burada, bizleri düşündürüyorlar. Işıklı dağ tanımı, bizi Tarsus´daki mağaraya götürüyor çünkü burada garip bir inanç geçerli. İçerde garip bir taş var ve yöre halkı bu taşın bereket verdiğine, çocuk doğuramayan kadınlara iyi geldiğine inanıyorlar. Kısır kadınlar gelip taşın üzerine bacaklarını açarak oturuyorlar ve bekliyorlar. Bu nasıl bir inanç? Taşın karanlıkta parladığını söyleyenler var. Yoksa taş radyoaktif mi? Nereden nereye, değil mi? Yani orada geçmişte bir yerlerde, kemoterapi mi yapılıyordu? Hadi canım, diyebiliriz ama bu Tarsus´a gitmemizi engellemez. Çünkü yöre çok çok ilginç, yeraltının sayısız tünelle dolu olduğu da söyleniyor ve orada çok önemli birşey daha var; Donukkaya´dan söz ediyoruz...

Donukkaya ve Stonehenge

Dünyanın en çok turist çeken on yerinden birisi, İngiltere Salisbury´deki Stonehenge´dir. Kimlerin, ne zaman ve ne amaçla yaptıkları hala kesin olarak bilinmeyen Stonehenge, gerçekten de çarpıcıdır ama acaba dünyada tek midir? Belki veya değil. Bir adayımız var; Tarsus´daki Donukkaya veya Dönüktaş ya da Donuktaş. İsmin kökeni şimdilik bilinmiyor. Bir dikdörtgen şeklinde, uzun kenarları dıştan 115 metre, içten 87 metre, genişliği 42 metre, yüksekliği ise 8 metre. Stonohenge gibi, neden yapıldığı bilinmiyor. Birkaç kazı yapılmış ama bulunanlar çok daha sonraki çağlara ait. Bir söylenceye göre, Donukkaya Asur Kralı Asurbanipal´in mezarı, Kral burada Persler tarafından öldürüldü ve gömüldü. Ama pek geçerli bir iddia değil çünkü böylesine görkemli ve ünlü bir kralla ilgili birşey bulunmuş değil ve bazı uzmanlara göre Donukkaya, Asur döneminin çok öncesinden kalma. Kazılarda sadece Roma döneminden kalma birkaç silah ve kemikler bulunmuş. Duvarların yapısı garip çünkü dıştan baktığınızda duvarların üstünün temelinden geniş olduğu görülüyor yani temelde beş metre kalınlığı olan duvar, tepede 8 metreye kadar genişliyor. Veya altta bir dikdörtgen temel var, üzerine daha geniş bir dikdörtgen konulmuş. Yapının içinde enine bir dikdörtgen daha var ama ne duvarlara ne de içerdeki yapıya inen veya çıkan bir bağlantı yok yani ne merdiven kalıntısı var ne de başka

birşey. Ama daha da garibi, Donukkaya´nın dışarsı ile de bağlantısı yok yani kapısı da yok, sonraki yüzyıllarda birileri duvarın bir yerini yıkıp, bir giriş açmışlar. Peki Donukkaya´ya nasıl girilip, çıkılıyordu? Tam ortada zeminde bir delik veya giriş ya da mağara giriş var ama nereye açılıyor. Bunu bilen bir yetkili yok ama yöre halkı ilginç şeyler anlatıyorlar; eskilerde yeni evlenenler bu girişten içeri girer ve yapının dışındaki bir başka yerden çıkarlarmış, böylece evliliğin iyi olacağına inanılırmış. Ama birgün bir çift dışarı çıkmamış ve bir daha bulunamamışlar, ondan sonra da giriş yasaklanmış. Donukkaya´nın yukarda adı geçen Yedi Uyuyanlar Mağarası´na yakın olması bir başka ilginç olay. Sonuç olarak Donukkaya çok ilginç bir yer, İngilizler kadar akıllı olsaydık herhalde Donukkaya turislerle dolup taşardı. İsmi bile tartışmaya açık; Dönüktaş ne demek? Nereye dönük? Uzaya mı? Gizem turizmi bunları çağrıştırıyor ve düşündürüyor. Unutmayın ki, Daniken´ın rehberliğini yaptığı turist grupları dünyanın gizemli yerlerini dolaşarak milyarlar kazandırıyorlar ve üstelik Türkiye´ye geliyorlar. Bizim turizmcilerin hali ise, kendiliğinden gizem. Haberleri bile yok, halı mağazalarından ve kuyumculardan burunlarını çıkaramıyorlar.

Meryem Ana ve Şirince

Ege doğanın özel armağanlarıyla süslüdür. Tüm çabalarımızla doğayı öldürmeye çalışmamıza rağmen güzellikler yaşamaya devam ediyorlar. Eski bir Rum köyü olan eski adıyla Kirkince sonra Çirkince, şimdi de Şirince Köyü Selçuk ilçesinin hemen ardında ya da Selçuk Şirince´nin bulunduğu dağın eteklerinde. Köy ve yöre bir doğa harikası, 9 km´lik bir tırmanmadan sonra köye ulaşılıyor. Şimdilerde turizmin yoğun ilgisi var, otobüsler peşpeşe gidip geliyorlar. Tehlike başlamış bile, şimdiden kuraldışı yapılanma girişimleri görülebiliyor. Otantik mutfağı, pansiyonları, muhteşem çam ormanları ve nefes alıp veren bir canlı olduğunuzu hatırlatan atmosferiyle Şirince gerçekten doyumsuz bir yer. Şirince, Ege insanlarının Türk-Rum tarihinde çok önemli bir yere sahip ama asıl ilginç yanı Meryem Ana ile ilgili olması. Şirince inançlarına göre yüzyıllar öncesinde, Şirince köylüleri her yılın 15

Ağustos´unda uzun tören konvoyları oluşturur ve Efes´in yanındaki Bülbül Dağı´na doğru ilahiler ve dualar okuyarak yürürler ve kutlamalar yaparlarmış. Törenin gerçek amacı bilinmiyor, sadece Meryem Ana adına yapılıyormuş. Bu olay, Meryem Ana´nın Efes´de yaşadığı ve öldüğü tezine destek veriyor yani Kutsal Anne´nin yörede yaşadığının kanıtlarından birisi olarak kabul ediliyor. Şirince´de iki antık manastır var, birisi restore edilmiş ötekisi ediliyor. Başka bir söylencede ise Meryem Ana´nın aslında bu yörede yani Şirince´nin çok yakınında yaşadığı anlatılıyor. Şöyle veya böyle Şirince´ye gidin, özgün mutfağını tadın, yerel şarabı için, geceleyin ve ihtişamlı çam ormanlarında yürüyüş yaparak, bin yıllar öncesini düşleyin. Belki de Meryem Ana ve Aziz John´un yürüdüğü yerde yürüyor olabilirsiniz...

Kapadokya hakkında

4000 yıl önce varolan yeraltı kentleri

Temel neden tartışılmaz olarak korkudur çünkü yeraltı kentleri içine girilmesi çok zor olsun diye yapılmışlardır, bu yüzden de uzun zaman fark edilmediler. Derinkuyu, Kaymaklı ve Özkonak´da bulunan yeraltı kentlerinde, değirmen taşı şeklinde insan boyunda taşlar girişleri kapatmak amacıyla kullanılmıştır ama bu taşlar ancak içerden açılabilmektedir. Kimler, kimlerden kaçıyorlardı? Bunu bilmiyoruz. Yunanlı tarihçi-asker Xenephon "Anabasis" adlı kitabında Pers Kralı Kiros´un emrindeki Hellenler´in bu yeraltı kentlerinde bir zaman konakladıklarını söyler. Öyleyse, yeraltı kentlerini yapanlar bazı tarihçilerin ve arkeologların iddia ettikleri gibi Roma´nın şerrinden kaçan ilk Hıristiyanlar değildirler ama buraları bulmuşlar ve sığınmışlardır, daha sonraları da aynı amaçla Bizans ve Selçuklu dönemlerinde de kullanılmıştır. Katlara inildikçe geç Hitit döneminden birkaç kalıntının bulunduğu da belirtilmektedir. Anabasis, MÖ 4. Yüzyılı anlatır, Hititler ise MÖ 2.000-1.200 arasında etkindiler. Yeraltı kentlerinin geçmişini iyi niyetli bir tahminle buralara kadar götürürsek, kentlerin yaklaşık 4.000 yıllık olduklarını belirlemiş oluruz. Buna karşın bilinen Hitit tarihinde Kapadokya´daki yeraltı mağaraları veya kentleri ile ciddi bir referansa raslanmaz ve sonuç olarak bu aşama işimiz söylencelere kalacaktır; ilginç bir yöresel örnek vardır.

 

Kapadokya-Gizemler şehri

Anadolu´nun Altı Oyuk mu?

Yeraltı kentlerini kim, neden yaptı? 85 m. derinlik, çağdaş bir havalandırma sistemi, binlerce kişinin yaşayabileceği bir kompleks, mükemmel bir savunma sistemi; Ve bunların ne zaman, niçin yapıldığı belli değil. Orta Anadolu´da Nevşehir, Niğde Aksaray yörelerinde yüze yakın yeraltı kenti, tüneller ve mağralar bulunmaktadır yani bu yöremizin altı karıncaların yuvalarına benzer. Cevabı hala bulunamayan bir gizemle karşı karşıyamıyız? Gözümüz hep uzaya dönük ama dünyamızın içindeki bilinmeyenler de hala uzay kadar karanlık ve çözümsüz. Cevap hala bulunamadı, bir gün birileri ciddi maliyetleri göze alıncaya kadar... Ne garip değil mi? Neredeyse Orta Anadolu´nun yarısına yakın bir bölümünün altında dev yeraltı kentlerinin bulunduğu ancak 1960´ların başında farkedildi. Söylencelere göre, yeraltı kentlerinin bulunmasının nedeni bir deliğe girip kaybolan bir tavuktur, bir diğerine göre Demir adındaki bir köylüdür veya meraklı turistlerdir. Bu garip yerlerin birer mühendislik şaheseri olduğunu söylersek abartmış olmayız, bir kere havalandırma sistemi ve mantığı mükemmeldir, evet kayaların normalin altında bir kırılganlığa sahip oldukları doğrudur ama yeraltı kentlerini gördüğünüzde bunun yeterli bir açıklamadan çok uzak olduğunu görürsünüz çünkü modern araçlar gerekmektedir. Günümüzdeki modern teknolojinin çizgisinde olan maden ocaklarının hiçbirisi böylesine mükemmel ve hatta konforlu değildir... Peki Nevşehir civarındaki bu yeraltı kentlerinin amacı nedir?

 

Strabo´ya göre Kapadokya

"Kapadokya, çeşitli kısımları olan bir ülkedir ve birçok değişiklikler geçirmiştir. Eskiler Kapadokyalılar´ı ayrı bir kabile olarak kabul ettiklerinden Katonialılar´ı (Bügünkü Malatya bölgesi) bunlardan ayırmışlardır. Herhalde vaktiyle ayrı bir kabileydiler, Kapadokyalılar´ın ilk kralının Ariarathes olarak kabul edilir. Galatia´da ise, kristal ve onix madenlerinin bulunduğu söylenir, ayrıca belli bir yerde de renk olarak fildişine benzeyen beyaz bir taş yapılır ve bundan küçük hançerler için sap yapılır. Başka bir yerde de saydam taş parçaları vardır ve bunlar ihraç edilir." (Strabo-Coğrafya/Anadolu MÖ 64-21)
 

Erich Von Daniken´e göre Kapadokya

"Kapadokya´nın asıl heyecan uyandıran yanı yerin altında saklıdır. Toprağın altında kurulmuş çok büyük kentler vardır, binlerce ve binlerce insanın barındırmış dev boyutlu kentlerdir bunlar. En ünlüsü de bugün Derinkuyu kentinde olanıdır... burada 52 havalandırma bacası, ayrıca 15.000 kadar da daha küçük çapta kuyu vardır, en büyüğü 85 m. derinliğe inmektedir... bu arazide keşfedilen yeraltı kentlerinin sayısı 36 kadar... Kaymaklı ile Derinkuyu yeraltı kentleri arasındaki bağlantıı sağlayan galeri on km. uzunluğundadır... Peki ama kim kurmuş bu kentleri? Ne zaman kazmış yerin altını?... Burası 2. ve 3. Yüzyıllar´da ilk Hıristiyanların saklandıkları yerdir... Ne var ki, buranın asıl yapımcıları Hıristiyanlar değildi, onlar burayı hazır buldular... Kimi yerde kentler 13 kattır, alta katlarda Hitit çağından kalma öteberi bulunmuştur... Bir düşman ordusunun geldiğini varsayalım ama bu ordu eğer yerde olsaydı yani karadan gelseydi, yeraltı kentlerinde yaşayanların izlerini, bacalardan gelen yemek kokularını farkedebilirlerdi.... Bu nedenle diyorum ki, yeraltına gizlenen bu insanlar yalnızca dünyalı düşmanlardan değil, uçan düşmanlardan korkuyorlardı... Bu bir teori ama savunabilirim... Habeşlerin kutsal kitabı Kebra Negest´de, Tevrat ve Kuran´daki Hz. Süleyman bölümlerinde ve Hint Destanları´nda sayısız örnek vardır..." (Erich von Daniken/Yüce Tanrı´nın İzinde-Cep Kitapları 1995)

 

Bilime göre Kapadokya

"Kapadokya Bölgesi geçmişte sık sık saldırılara uğradığından yeraltı kentlerinin yapılış amacı daha çok tehlike anında halkın geçici olarak sığınmasıdır. Yeraltı kentleri aynı zamanda yörede bulunan hemen her eve gizli geçitlerle bağlıdır. Burada yaşayanlar kendilerini güvenceye almak için kayadan evlerin içlerine girilmesi zor odalar açmışlar ve ihtiyaç arttıkça da odaları kayaları oyarak odaları çoğaltmışlardır ve böylece yeraltı kentleri meydana gelmiştir... Bölgede tarih öncesi döneme ait izler bulunmasına karşın, yeraltı kentleriyle bağlantısı olup olmadığı bilinmemektedir. En eski yazılı kaynak Xenephon´un ´Anabasis´ adlı kitabıdır, bu kitapta Hellenler´in Derinkuyu ve Kaymaklı´daki yeraltı kentlerinde konakladıklarından söz edilir. Bu şekilde de, yeraltı kentlerinin MÖ 4. Yüzyıl´da varoldukları kesin olarak tarıhlenmektedir... Hitit kentlerindeki savunma sistemlerinde ´Potern´ denen yeraltı geçitlerine raslanması ve ustaca yapılması nedeniyle buraların yapımında ve genişletilmesinde Hititler´in rolü olduğu düşünülebilir... Bulgular MS 5.-10. Yüzyıllar arasına yani Bizans dönemine aittir, önceki izler yok edilmiş olabilirler..." (Arkeolog Ertuğrul Gülyaz/Kapadokya-Nevşehir)

 

Kapadokya´daki önemli yeraltı kentleri

Kaymaklı yeraltı kenti; 1964 yılında açıldı, henüz dört katı ziyaret edilebiliyor, oturma mekanları havalandırma bacalarının çevresindedir. İçerde bakır cevherinin ergitilmesi için kullanılan delikli baharat taşları vardır. Derinkuyu yeraltı kenti; Derinliği 85 km.´dir, olağanüstü bir yapı olarak dikkat çeker; içinde ahır, kiler, yemekhane, kilise, depolar ve şaraphane gibi bölümler vardır. Hava bacası 55 m. derinliğindedir ve aynı zamanda da su kuyusudur, özellikle de suların düşmanlar tarafından zehirlenmemesi için bazı kuyuların ağızları yeryüzüne kapatılmıştır. 1965´de ziyarete açılan Derinkuyu´nun ancak % 15-20´si gezilebilmektedir." Özkonak yeraltı kenti; Avanos´dadır, katlararası iletişim amacıyla ötekilerden farklı olarak, 5-8 cm. çapında, uzun bacalar veya delikler yapılmıştır. Derinkuyu ve Kaymaklı´da kapılar sürgü taşı denen dev yuvarlak taşlarla kapatılıyordu. Özkonak´da ise farklı olarak bir de düşmana taş, ok, mızrak atmak veya kızgın yağ dökebilmek amacıyla özel delikler de açılmıştır.
 


 

Ünlü astrolog Bülent Kısa´nın Kapadokya hikayesi

1993 Mayısında çalışma arkadaşım Ozan´la birlikte Kapadokya´ya gitmeye karar verdik. Amacımız şayet uygun ortam olursa Derinkuyu´da bir medyumsal çalışma yapmaktı. Burada yolculuğun detaylarını anlatmak yersiz. Sonunda biz de Derinkuyu´ya indik. Kalabalıktan hoşlanmadığımız ve basit turist rehberi açıklamaları hiç ilgimizi çekmediği için bizden az önce giren gurubun uzaklaşmasını bekledik. Daha ikinci katta hafif bir baş ağrısı başladı. Ben bunu kendimdeki az uyumaktan kaynaklanan ve devamlı çektiğim baş ağrısına yorduğum için aldırmadım. Aynı durumun Ozan´da da olduğundan haberim yoktu. Bir kat daha indik. Baş ağrısı arttı fakat hala rahatsız edici seviyede değildi. Bu arada Ozan´ın da başının ağırdığını öğrendim fakat hala anormal bir durum düşünmedik.Ýndikçe baş ağrılarımız artmaya devam etti. Altıncı katta buna bir de garip baş dönmesi eklendi. Alçak geçitlerde kafamı vuracağımı sanıyor, yürümektense yerde sürünmeyi düşünüyordum. Sonunda Haç biçiminde oyulduğu için olsa gerek, kilise adı verilen yedinci kattaki bölüme geldik. Burada biraz oturduk. Bu arada bizden önce gelen turistler de geriye döndüler. Yalnız kalınca ben önce, yasak olmasına rağmen iki sigara içerek kendime gelmeye çalıştım. Sonra yeni açılan ve oldukça küçük olan sekizinci kat denilen bölüme indik. Burası herhalde şimdi daha büyümüştür. O zamanlar basit bir oyuktu. ıçine beş, altı kişi ancak sığardı. Üzerinde yazmasa ayrı bir kat olduğunu bile anlamazdık. Burada ani bir baş dönmesi ve ağrı başladı. ıkimiz de ayakta duramaz hale geldik. Ben hayatımda ilk defa baş dönmesi denilen şeyle karşılaşıyordum. Lunaparklarda binilen, silindir şeklinde olup, dönen ve insanların merkezkaç gücüyle duvarda yürüdükleri, silindir şeklindeki aletlerde bile başım dönmemişti. Hatta çocukluğumda en sevdiğim şey buydu. Alkol de başımı döndürmez, yükseklik de. Su altı sporlarına meraklı olduğum için dalış sırasında ve yüksek basınç altında da bir rahatsızlığım olmamıştı. Fakat burada ayağa kalkarsam, benden bir boy daha yüksek olan tavana kafamı vuracağımdan korkuyordum. Filmlerde gördüğüm, başı dönen adamların ne anlatmak istediklerini şimdi anlayabilmiştim. Aynı zamanda beynimin içinde garip bir vınlama vardı. Bunu şu şekilde anlatabilirim. Denizde yüzerken, dalarsanız ya da kafanızı suya batırırsanız ve tam o anda yakınınızdan bir sürat motoru geçerse sesini garip bir şekilde duyarsınız. Sanki dışarda değil de kulağınızın içindeymiş gibi gelir.İşte başımda bunun binlerce kere yükseltilmiş hali vardı. Kulaklarımı tıkadığımı hatırlıyorum fakat ses fiziksel olmadığı için bu aptalca bir tedbirdi tabii. Bu arada kendimi büyük bir kahraman sayıyordum çünkü ben yarı oturur yarı yığılır durumdayken Ozan yığılıp kalmıştı bile. Sonuç olarak çevrede bulunanların yardımı ile iki kat çıktık ve ancak kendi kendimize çıkabilecek hale gelebildik.

Aradan bu kadar zaman geçti fakat şu anda bile orayı düşündüğümüz zaman hatta bu satırları yazarken aynı baş dönmesi ve ağrıyı çok hafif olarak duyuyorum. Ozan´la kendi aramızda bu konuyu konuştuğumuz zamanlarda da ikimiz de aynı hisleri duyuyoruz. Tabii çok hafif olarak. O gece otelde bir medyumsal çalışma yaptık tabii baş ağrısı ve dönmelerden tam olarak ancak bir hafta sonra kurtulduk ve o gece de yerlerde sürünüyorduk fakat Derinkuyu´daki gibi olmadığı için çalışmamızı yapabildik. Bu çalışmanın verilerini özetlemeden önce daha sonraki günden bahsetmem lazım. Sonraki gün Kaymaklı´ya gittik. Derinkuyu ile aynı derinliklere indik. Kaymaklı´da havalandırma kötü ve Derinkuyu´ya göre ağır bir havası var. Buna rağmen hiç bir rahatsızlığımız olmadı. Sadece havalandırma yetersizliği yüzünden fiziksel olarak yorulduk. Halbuki derinkuyu daha dik olmasına rağmen hiçbir fiziksel yorgunluk olmamıştı. Aksine fizksel olarak maça çıkacak kadar zindeydik. Kaymaklıdan sonra Kapadokya çevresindeki her oyuğa girdik. Hiçbirinde rahatsız olmadık. Şimdi Derinkuyu gecesine dönerek çalışmamızda aldığımız bilgileri özetleyelim. Kapadokya´da gerçekten bir şeyler vardı. Burası bir zamanlar dünyadan transit geçen uzaylıların bir tür ikmal yeriydi. Aşağıya doğru kazılırsa daha bir çok kat bulunur ve en sonunda ileri bir uygarlık tarafından açılmış olan düzgün tünellere ulaşılır. Buradaki büyük, yapay mağaralarda bazı, ileri teknoloji ürünü aletler bile bulunabilir. Çalışmada alınan bilgiler bunun gibi şeylerdi. Fiziksel olarak tahkik edemediğimiz her şey gibi bunları da fazla ciddiye almıyoruz. Fakat orada bir şey olduğu da kesindi. Şimdi Derinkuyu´yu düşünelim. Kaymaklı daha yayılmış bir mağara düzeni fakat derinkuyu dik. Ortada büyük bir baca var. Bu yüzden havalandırma mükemmel. En azından benim evimden daha iyi. Aşağıda içtiğim sigaraların dumanı bir anda sanki görünmez klimalar tarafından emiliyormuş gibi yok oluyordu. Burası sanki aşağıdaki çok daha büyük bir alanın havalandırma bacasının çevresine ilkel insanlar tarafından kat kat oyulmuş mağaralar hissini veriyor. Halbuki Kaymaklı tamamen bir yeraltı şehri olabilecek nitelikte. Aslında burada bir zamanlar bazı insanlar yaşamış fakat bunların, burayı yapanlar olması pek akla yakın gelmiyor. Onlar olsa olsa çevredeki küçük odalar oymuş olabilirler. Sonra da bizim baş dönmemiz var. Buna şu açıklamayı aldık.

Zamanında buradaki kayalara bazı enerjiler sindirilmiştir. Bu enerjiler insanlarda hoş olmayan hisler uyandırır ve kaçırtır. Bunun amacı girişi korumaktır. O dönemlerde girseydiniz ölürdünüz bile. Aradan bir çok asır geçtiği için enerji zayıfladı ve şimdi ancak bazı medyumsal nitelikleri olan kimseler bundan etkileniyor. Başları dönüyor, halüsinasyon görüyorlar. Size olan budur. Buraya her gün yüzlerce insan girmektedir. Onlardan bazıları da şu veya bu şekilde rahatsız olabilir fakat olayın sizin kadar ayırımında olmadıkları için bu durumu kendi zayıflıklıklarına yorabilrler. Nereden biliyorsunuz. Bir yıl boyu kapıda bekleyip, çıkan herkese sordunuzmu ki. Ayrıca garip halüsinasyonlarla az miktarda da olsa karşılaşanlar çıkınca düzelince bunu çevreye anlatmayabilirler. Görülen ve hissedilenler kişilerin hassasiyetleriyle orantılıdır. Burada uzun süre yaşayan eski insanlar bu bölgeye düşmanca değil, sığınmak için girdiler ve zamanla enerjiye alıştılar. Bu yüzden rahatsız olmadan yaşayabildiler. Düşmanca amaçlarla gelen yabancı ordular ise buralara pek sokulamadılar. Halbuki havalandırmaları tıkayıp, içerdekileri etkisiz hale getirmeleri kolaydı. O ordular da taştaki enerji yüzünden uzaklaştılar. Sonuç olarak Kapadokya deneyimimiz bu kadar. Şimdilerde daha detaylı denemeler yapmak için oraya tekrar gitmeyi düşünüyoruz.

Nemrut Dağı'nın muhteşem hikayesi

 

Çok uzak bir öykü : Nemrut dağı

"Kardeşlik Örgütü" Anadolu´daydı Nemrut´un Sırrı Nemrut Dağı hep gizemli iddialara hedef oldu; hatta uzaylıların gizli üssü olduğu bile iddia edildi; kesin olan tek şey dağda bilinmeyen veya henüz keşfedilmemiş tünellerin olduğu ve efsanevi Commagene Kralı I. Antiochos´un kayıp mezarıdır. Dağın gizemi, çok değişik alanlara yöneliyor; Hıristiyanlığın burada başlamasından tutun da, İsa´nın doğumundaki simgesel anlama ve de Noel´in yanlış zamanda kutlanmasına kadar... "The Orion Mystery ve The Mayan Prophecies" kitaplarının yazarlarından araştırmacı Adrian Gilbert, bu sırrı kovaladı, Rusya´dan Fransa´ya ve Mısır´a, Filistin´den Güneydoğu Anadolu´ya uzanan yorucu bir çalışmadan sonra edindiği bilgileri, inanılmaz iddialarla bütünleştirerek, bir kitap yazdı ve gizem büyüdü;


Nemrut dağının gizemi

Tarihin neresine bakarsanız bakın, muhakkak dünyanın bir yerinde, özgün bir inanç veya mistik ya da okült bir yaşam biçimi karşınıza çıkacaktır. Bu tür grupların ana ilkesi kardeşliktir, kardeşlik adayı belli bir eğitim, öğrenim ve sınav aşamasını yaşadıktan sonra ezoterik gizemlerle beraber yaşamaya başlar ama bunları dışarıya taşıması yasaktır çünkü bilgi özeldir ve yeterince eğitilmemiş, amacını bilmeyen ve meraktan öteye geçemeyen yani hak etmeyen kişilere verilemez. Yüzyılın sonuna doğru, çoğunluğu Rus olan bir grup okültist veya ezoterist gizemci peşpeşe ortaya çıktı; aralarında Madam H.P.Blavatsky, Alexandra David-Neale, P.D. Ouspensky ve G.I.Gurdjieff gibi çok önemli isimler bulunuyordu. Doğunun tanımıyla bunlar; "Bilgeliğin Ustaları" ydılar. Tümü, uzak geçmişin ezoterik ve gizemci mantığı doğrultusundaydı, kurdukları gizem örgütleri günümüzde milyonlarca insanı yönlendiriyor, yani "Kardeşlik" hala yaşıyor.

Hristiyanlığın lideri Nemrut´da mıydı?

Yoksa, Hıristiyanlığın Gerçek Lideri Nemrut´da Mıydı?

1920´de G.I.Gurdjieff, batıya geldi ve Fransa´da kendi adına bir gizem veya ezoterizm okulu açtı, okulun izlediği yol çok eski bir ezoterik okulun yoluydu; bu çok uzak geçmişten gelen okulun adı "Sarmoung Kardeşliği" idi. İpucu izlendiğinde, (Gurdjieff hakkında yazılan otobiyografi de bu yöndedir.) adı geçen örgütün temelinde büyük bir olasılıkla, bir zamanlar Kuzey Mezopotamya´da gelişip, yayılan ama sonra yok edilen Hıristiyan Gnostik Okulu´ndan geriye kalanlar bulunuyordu. İzleri sürdürdüğümüzde bu kez günümüz Türkiye´sinin sınırlarının içine giriyor ve kayıp gizem okulunun Güneydoğu Anadolu´da bulunduğu anlaşılıyordu yani Gurdjieff´in kurduğu örgütün en uzak geçmişinde yer alan kayıp gizem okulu Anadolu´daydı; Ama nerede? İşte burada ortaya çıkan bir adam yeri bulduğunu söyledi, adamın adı Adrian Gilbert´ti,1972 yılında, Adrian Gilbert hacı olmak amacıyla, Filistin´e, Hz. İsa´nın doğum yeri olan Bethlehem´e gitmişti, aslında bilgeliğin peşindeydi, bir gizem örgütü arıyor ve eğitilmek istiyordu. Bölgede bir gizli okulun olduğunu duymuştu, kulağına gelenlere göre Matta İncili´nde adı geçen Maji Okulu buradaydı, sıkı bir arayışın ve gizem dedektifçiliğinin sonucunda, o da Gurdjieff´in izine rasladı, Filistin´de ortaya çıkan iz, Fransa´da gelen izle Anadolu´da birleşiyordu ve Adrian Gilbert artık sonuçtan emindi; Kayıp "Kardeşlik Okulu" nun liderini ve yerini bulmuştu; Gilbert´e göre örgütün kurucusu Commagene Kralı I. Antiochus, yeri ise Nemrut Dağı´ydı.

Kral Antiochus´un krallığı

Sıra Urfa´da

Gilbert, Kral I. Antiochus´un yaşadığı çağda varolan Sarmoung Kardeşlik Örgütü ile yakın ilişkisi olduğu görüşünde, onun Kuzey Fırat bölgesine yayılan küçük krallığının ana simgesi aslandı veya Commagene Aslanı´ydı. Nemrut Dağı´nda bulunan dev mezar anıtta, astrolojik ve Hermetik simgeler kullanılarak, gizem vurgulanmıştı. Nemrut´da bulunan Aslan kabartmasının üzerindeki Astrolojik simgeler aslında bir horoskop yani yıldız haritasıdır ve Gilbert burada belirtilen işaret edilen iki zaman dönemiyle, Kral´ın doğum ve inisiye yani örgütte eğitildiği tarihleri işaret ettiği düşüncesindedir, bu tarih 6 Ocak´tır yani İsa´nın Yahya Peygamber tarafından vaftiz edildiği tarih yani özgün adıyla "epiphanes" günü. Günümüzde, aynı tarihte Ortodokslar suya haç atarak kutlamalar yapıyorlar. Gilbert, Kral Antiochus´un krallığının henüz bulunmamış bir yerinde 35´ eğiminde, 155 m. uzunluğunda, nereye gittiği bilinmeyen bir tünel olduğunu iddia ediyor. Aslında bu iddia doğru, çünkü arkeologlar uzun zamandan beri bu bulmacanın peşindeler, Kahta´dan Nemrut Dağı´na uzanan tünellerin varlığı biliniyor ama nereye gittikleri henüz anlaşılamadı zira o boyutta kazılar yapılmış değil. Gilbert Commagene Kralı´nın doğum tarihini de hesaplıyor; bu tarih Güneş´in, Regulus yıldızıyla Aslan Burcu´nda buluşum yaptığı tarih yani 29 Haziran. Adrian Gilbert, Urfa´nın da (Eski adıyla Edessa) Orion Bilgeliği ile ilgili bir astrolojik merkez olduğu görüşünde ve bunun kanıtlarının da Eski Ahit´te yani Tevrat´da bulunduğunu belirtiyor.

Hristiyanlık kalıntıları ve Urfa

Kral´ın doğumu ve Mısır´a uzanan yol

Hıristiyanlığın ilk yıllarında Urfa, çok önemli bir eğitim merkeziydi ve kutsal kalıntılar hala orada görülür. Haçlılar´ın yıkımlarından sonra bölge, 1145´de İslam Komutanı Zengi tarafından ele geçirilmiş ve 1146´da da Zengi´nin oğlu Nureddin, Haçlıları tamamen uzaklaştırmıştı. Gilbert, araştırmalarında kayıp Kardeşlik Örgütü´nün izlerinin Urfa´da da bulunduğu belirtiyor ve Matta İncili´ndeki "Maji Öyküsü" nü hatırlatıyor. Mesih´in yani İsa´nın doğumu yani Christmas Günü sandığımız gibi 25 Aralık değildir, bu tarih aslında antik bir Pagan festivalini simgeler (Mitralar´ın Doğum Kutlamaları). Gerçek Christmas Milattan önceki 7. yılın 29 Temmuz´udur yani İsa milattan 7 yıl önce doğmuştur ve o gün gök konumu çok özeldir; Güneş her yıl aynı tarihte, "Kral´ın Doğumu" konumuna girer Aslan Burcu´ndaki "Küçük Aslan" veya "Aslan Yürek" de denen Regulus´la buluşur. Bu aynı zamanda da, göğün en parlak yıldızı olan Sirius´un yükseliş döneminin hemen sonrasıdır yani Sirius özgün periyodundaki görünmezlik dönemini bitirerek, yükselmeye başlar. Mısır Mitolojisi´nde Sirius yıldızı, Tanrıça Isis´in özel yıldızıdır, görülmediği dönemde Tanrıça hamiledir, yükseldiğinde yani parlamaya başladığında oğlu Horus doğar, bu da Güneş-Regulus buluşmasıyla simgelenir.

Hristiyanlık ve Astrolojik Simgeler

İlk Hıristiyanlar, bu mitolojik kavramı kullandılar, Sirius´un yükselmesi Meryem´in doğumuydu ama bu kez doğan Horus değildi çünkü Meryem´in oğlu İsa´ydı, aynı anda görülen diğer parlak yıldızlarda önemliydiler, örneğin Orion Isis´in eşi yani kocası olan Osiris´ti, Hıristiyan kültürü, Osiris´e Joseph yani Meryem eşi kişiliğini verdi. Procyon yıldızı da, Sirius gibi Orion´dan sonra yükselir ve Isis´in kızkardeşi Nephthys ile simgelenir ve o da orta eş kişiliğiyle bazı erken Hıristiyanlık söylencelerinde yer alır. Zodyak yani Burçlar Kuşağı genelde hayvanlarla simgelenir, Öküz yani Boğa, Koyun yani Koç burçları İsa´nın doğduğu ahırda bulunan ve yemlenen yani beslenen iki hayvandır ve ahır Bethlehem kasabasındadır, kasabanın adının anlamı "Ekmeğin Yeri" dir, Bethlehem kasabası, Judah bölgesinde yani İsrail´in Aslan Kabilesi´nin yaşadığı yerdedir ve bu kabilenin simgesi Aslan Burcu´ndaki veya takımyıldızındaki Regulus´tur, sonuç olarak ezoterik anlamda Güneş-Regulus buluşumu, İsa´nın ahırdaki doğumunu simgeler.

 

Nemrut dağı´ndaki horoskop şekli


Kabartmada görülen yürüyen aslan formundaki yıldız haritası yani horoskop, Yunan astrolojisi tarzındadır ve bir tarih belirlenmiştir. Bu yöntem atalarımız tarafından zaman zaman kullanılmıştır; Seleucidler, Makedonyalılar, Persler, Büyük İskender, Darius I tarafından kullanılmıştır. Antik Yunan´ın ve Persler´den gelen etkilerin ve Nemrut´ta yapılan geleneksel dinsel ritüeller genel anlamda Orta Doğu´dan Avrupa´ya yönlenen Mitra inançları ve dini ile ilgilidir. Commageneler´in Mitraik inancı, doğudan batıya doğru bir yelpaze gibi yayılırken, kesin olarak Hıristiyanlığın temelini oluşturmuştur yani Hıristiyanlığın kökeni Mitraizm dolayısı ile de Kral I. Antiochos´un katıldığı gizemli Kardeşlik Dini´dir. Kral´ın mimarları, tarihsel göndermeyi yapmak amacıyla, yıldız konumlarını bir aslan formuyla oluşturdular.

Üç Gizemli Adam mı Yoksa Gezegen mi?

Bebek İsa´yı ziyarete geldiklerine inanılan üç çoban krala Bethlehem´e giden yolu yıldızlar gösterir, yıldızların geleneksel yeri ekliptiğin kuzeyindeki simgesel bir hattı oluşturur, bunlar Sirius´dan önce doğan Procyon, Castor ve Pollux´tur, çoban krallara yol gösterirler yani Sirius´un doğacağı yeri gösterirler. Adrian Gilbert, İsa´nın doğumunda parlayan ve Bethlehem´den izlenen büyük yıldızın tek olmadığına hatta yıldız olmadığına inanıyor, ona göre parlaklığın nedeni iki dev gezegenin yani Satürn ile Jüpiter´in buluşumuydu, buluşum Balık Burcu´ndaydı ve bu nedenle de Hıristiyanlığın gerçek simgesi balıktı. İki dev gezegen, o konumda akşam göğünün (saat 21:30 civarı) en parlak gök cisimleridirler ve çok net olarak çıplak gözle görülebilirler. Üç çoban kralın ezoterik anlamları da böyledir yani Melchior, Caspar ve Balthasar´ın; Satürn ve Jüpiter, iki kralla simgelenir; Melchior (Altın Kralı Jüpiter) ve Caspar (Mür yani koku kralı Satürn); Jüpiter astrolojik anlamda, sağlığı ve zenginliği simgelerken, Satürn ölüm ve mezarın yanısıra uzun yaşamı simgeler. Mür, Mısır mitlerinde Satürn simgeselliği doğrultusunda, mumyalamada kullanılan bir maddedir. Üçincü Çoban Kral yani üçüncü gezegen Güneş´e en yakın gezegen olan Merkür´dür, bu da Balthasar´dır (veya Belteshazzar), ismin anlamı "Yüce Efendi´nin Öncüsü" veya en yakın yardımcısı şeklindedir. Merkür, Güneş´ten biraz önce doğar yani sultanın veziri gibidir. Bebek İsa´ya altın ve mür´ün yanısıra Balthasar tarafından verilen üçüncü armağan günnük veya buhurdur, günnük simgesel olarak majikal fonksiyonları uyandırır ve Merkür ile astrolojik doğrultuda ilişkilidir.

 

Nemrut dağı ve sırları

Adrian Gilbert, tüm öykünün anlamının farklı olduğu görüşünde, bizlere bu şekilde İsa´nın doğum horoskobunun yani yıldız haritasının anlatılmak istendiğini düşünüyor, eğer okuma doğru yapılırsa kesin zaman belirlenecektir. İsa´da Horus gibi bir kral olarak doğmuştur, gezegenlere uygun armağanlar onun doğumunu simgelerler, Matta İncili´nde armağanların baştan çıkarıcı oldukları ve egosal amaçlarla kullanılabilecekleri vurgulanır. Yani üç gezegenin negatif yönleri vurgulanır, negatif yönler pratik Maji´nin reddedilmesi (Merkür), ölümsüzlük arzusu (Satürn) ve krallık yani iktidar hırsıdır (Jüpiter). Daha sonraki olaylarda benzer anlamlar içerirler, Yahya Peygamber Ürdün Irmağı´nda İsa´yı vaftiz ederken cennetten gelen bir güvercin simgeselliğinde İsa´ya en yüksek armağan verilir, bunun anlamı gezegendeki en yüksek krallığın onaylanmasıdır. Artık o, Logos´un yani Varoluş´un aracı olmuştur. Yani Vaftiz´in simgeselliği ve 6 Ocak kutlamalarının anlamı göksel buluşmanın gerçekleşmesi daha da ötede İsa´nın göksel doğumudur. Ama daha sonra bu tarih değişecek, 25 Aralık´a kayarak, antik Roma´nın Satürn şenlikleri Mitralar´ın doğumu ile karışacaktır.

Bütün bunlardan anlaşılan şey, Kayıp Kardeşlik Örgütü´nün içeriğidir, Horus´dan, İsa´ya oradan da Kral I. Antiochus´a uzanan gizemin ezoterik anlamı ve bunun astrolojik metodla, Hermetik Bilgelik düzeyinde simgeselleştirilmesidir fakat tüm anlatılar ve Gilbert´in iddiaları yine de asıl gizemi açıklayamıyor; yıldızların ve gezegenlerin etkinliği ya da önemi acaba kutsallık düzeyinde ezoterik simgesellik midir? Yoksa, dünya dışındaki bir yerler mi ima edilmektedir? Sır, Orion ve Sirius´da saklı gibidir; birgün bunu da öğreneceğiz; ne zaman mı? Kimbilir, belki de Nemrut Dağı´nın altında yatan sırrı çözdüğümüz zaman...

Truva gerçek mi?

Troja gerçek mi?

Troya mı? Yoksa To-Ro-ja mı?

Derken ortaya ciddi bir isim çıktı; Tarihçi Michael Wood, "Troya Savaşını Araştırırken" adlı tv dizisinde ortaya çok farklı bir iddia attı. Evet, Troya´ya bir saldırı yapılmıştı ama herşey çok farklıydı. Bir kere Kral Priam, Helena falan yoktular, çünkü, Hititler´den kalan yazılı tabletlerde kral III. Hattuşil´in Troya Prensi Alaxandus´dan söz ettiğini ve deniz adamları ile savaştıkları belirtiliyordu. Kentin adı Troya değil, ´Villios´du. Alaxandus, Homeros´un efsanesindeki Prens Paris´in gerçek adıdır, yani Alexander. Ve Homeros´un Troya´ya verdiği isim; İlion yani Hitit kenti Villios benzerliği hemen dikkat çekiyor. Wood, tabletlerde ünlü Kadeş Savaşı´nda Firavun Ramses´e karşı Hitit ordusunda Prens Alaxandus´un da savaştığı yazılı olduğunu ve sonra Asurlular´ın baskısından bunalan Hitit Kralı´nın Prensi Yunanlılar´a yardım istemek için yolladığını da ekliyor. Öyleyse, Hitit Prensi Alaxandus, gerçekten Mısırlılar´a karşı yardım istemek için Yunanlılar´a gidip, Kralın sarayında misafir kalmışmıydı; acaba o Kralın karısı mı Güzel Helena´ydı? Hani şu Paris´in kaçırdığı kadın? Bu arada yine aynı kaynaklarda, Yunan gemilerinin köle olarak taşıdığı 700 kadın, 400 genç kız ve 300 oğlan çocuğundan söz edilmekte ve de bunlara "TO RO JA" lı adı verilmiş, Troya´ya benzemiyor mu?

Efsanelerle tarih karışıyor ve tabii yorumlar daha da bunaltıyor. Bin yıl sonra da böyle olacak, cd´lere, video kasetlere rağmen. Bu anlatılanlara ve burada çok zaman alacak daha birçok kaynağa göre, Troya Savaşı hiç de sanıldığı gibi olmayabilir; Pekala da Homeros bir masal yazmış ve insanlarla, tanrılar arasında bir drama yaratmış olabilir. Diğer karşıt iddiaların arasında askeri, stratejik ve sosyo-psikolojik görüşler de dikkat çekiyor.

MÖ 1200´ lerde kendilerine Akha diyen bir Yunanlı birleşik ordunun, üstelik deniz yoluyla bir başka uzak anakaraya gidip, on yıl süreyle savaşması, gerek dönemin koşulları için, gerekse de askeri yönden mümkün değil deniyor. Bugünün Troya´sı denizden yaklaşık iki km içerde ve ovaya hakim bir yerde. Ve kışın iklim sert ve rüzgarlı, bu üçbin yıl önce de böyleydi. Hiçbir ordu, Homeros´un yazdığı gibi on yıl boyunca burada konaklayamaz ve dayanamazdı. Troya´nın konumu yani bulunduğu tepe ovaya öylesine hakimdir ki, şahinin bir kaplumbağayı gökten inip avlaması gibi tüm saldırganlar güçleri ne olursa olsun kolay birer av olurlar. Nitekim, Çanakkale Savaşı´ında aynı kıyılara çıkartma yapan Fransızlar başarısız olmuşlardı. Kaldı ki diğer Anadolu kavimleri Troyalılar´ın müttefiğiydiler, Homeros bunların adlarını tek tek saymaktadır. Peki, nasıl oldu da bu kadar insan bir tahta ata yenik düştüler?

 

Truva savaşı genç bir kızın eseri mi?

Her şeye rağmen, Troya tarihin bir dönüm noktasıdır, çünkü MÖ 1200´lerden sonra iki dev imparatorluk Hititler ve Mısırlılar çöküşe geçmişler, Asurlular güçlenerek yerlerini almıştır. Savaşçı bir ulus olan Asurlular, Eski Yunanlılar´a ulaşamadılar, bu sayede demokrasi doğdu ve yaşadı, Ege´den yola çıkanlar Roma´yı kurarak gelecek bir dünya imparatorluğunun temelini attılar. Bu değişimin yaşandığı süreçte, Homerus´un veya benzerlerinin söylenceleri bir efsaneyi başlattı. Eğer tarihçi Samuel Butler haklıysa, asil bir aileden gelen Sicilyalı genç bir kız, bu eski söylencelerden yola çıkarak Homeros´a aftedilen "Iliada ve Odyssey"i yazdı. Bu konuda bir de kitap yazan Butler, ortaya koyduğu kanıtlarla en büyük muhalifi Bernard Shaw´da dahil olmak üzere büyük kabul görmüştü. Kısacası, Troya Savaşı ve insan kahramanları hayalgücünün ürünü olmaktan başka birşey değildiler. Edebi bir değer olarak asla unutulmayacaklar. Geriye iki şey kalıyor, hala kimlikleri kesin olarak bilinemeyen şu gizemli "Deniz Adamları" ve tabii ki efsanenin Tanrılarıın kim oldukları.. Yani Tanrıların Dağı Olimpos´un sakinlerinin nasıl bu kadar canlı ve neden o kadar insansı olduklarının açıklaması bulunamıyor.

Acaba, insanlara bu kadar benzeyen, ağlayan, gülen, üzülen, sevişen, savaşan, yaralanan ama ölmeyen, kıskanç ve entrikacı Tanrılar kimdiler? Ve neden daha çok gizemli "Deniz Adamları"nın tarafını tutuyorlardı? Ama bu iki gizem başka iki başlığın konusunu oluşturacak. Antik tanrıların kimliği ile uzak denizlerin gizemli uygarlıkların varlıklarını...

Truvalılar bir kadın için on yıl savaştılar mı?

Bir Kadın İçin On Yıl Savaştılar mı?

Tarihin babası Heredot, Troya destanının yaratıcısı olduğu bilinen Homeros´u kör bir ozan olarak anlatır; Giritli fakir bir köle kadının oğlu olarak, eski İzmir yakınlarında bulunan Meles Çayı kıyısında doğmuştur. Efsaneye göre, annesinin bir dil öğretmeni ile evlenmesinden sonra eğitim görebilen homeros yaşamının sonraki yıllarında, Yunanistan, İtalya ve İspanya´ya yolculuklar yapar, Kios Adası´nda yaşar ve Atina´ya giderken yolda ölür. Heredot, bize Homer´in kendisinden 400 yıl önce yaşamış olduğunu yazar ve Homer´ de Troya savaşından 80 yıl sonra yaşamıştır der. Öyleyse konumuz olan Troya olayı MÖ 1180-1250 yılları arasındadır. Troya Savaşı, bazı görüşlere göre, aynen Kurtuluş Savaşı´ ında olduğu gibi, Yunanistan´dan Anadolu´ya yapılan bir saldırıdan başka birşey değildir. Neyse, yazımızın konusu bu değil, bizi ilgilendiren veya araştırdığımız gizem Troya Efsanesi´nin ardında yatıyor. Bir diğer iddianın peşindeyiz acaba Troya Savaşı gerçekten yaşandı mı?

Örneğin on yıl sürdüğü varsayılan Troya Savaşı gerçekten de bir kadın yüzünden mi başladı?

Üç tanrıça arasındaki güzellik yarışmasını kazandırdığı için Aşk Tanrıçası Afrodit, Yunanlı dilber Güzel Helena´yı, Troya Kralı Priam´ın oğlu Çoban Paris´e aşık eder ve Paris´de evinde konuk olduğu bir dönemde, kocası Kral Menelaos´un önünde Helena´yı kaçırarak Troya´ya getirir. Ve işte koca bir savaş böyle başlar? Eski Yunanlıların mantık ve felsefeye dayanan bir yaşam biçimine inandıklarını biliyoruz, biran için olaya böyle bir açıdan bakacak olursak acaba bir kadın için koca bir ordu on yıl süreyle bir başka ülkeye gidip savaşır mı?Pek akıllıca görünmüyor, her ne kadar bu bir efsaneyse, her ne kadar kadınların tarihi tersyüz ettiklerini biliyorsak da, Josephine, Hürrem Sultan, Kleopatra gibi kadınlardan söz ediyorum; Bunlara rağmen Troya örneği yine de biraz fazla.

 

Truva´yı yağmalayan dolandırıcı arkeolog

Ünlü ingiliz gizem araştırmacısı Colin Wilson, "Unsolved Mysteries/Past and Present-Geçmişin ve Bugünün Çözülemeyen Gizemleri" adlı kitabını 1993 yılında yayınladı. Gerek kitabı okuduktan sonra, gerekse de kendisiyle yaptığımız görüşme sonucunda Wilson´un çalışmaları sonucunda Troya Efsanesi´nin gerçek dışı olabileceğini ileri sürdüğünü gördük. Kitapta Kral Arthur ve Büyücü Merlin Efsanesi´nin, Afrika´daki Dogon Kabilesi´nin Sirius Yıldızı ile ilgili söylencesinin, lanetli Ümit Elması´nın, İnsanlığın Evrimi´nin, 6000 yıl önceki uygarlıkların, vampirlerin ve zombilerin, Karın Deşen Jack´ın. Hipnoz ve Telepati´nin, mısır tarlalarındaki UFO izlerinin, perilerin, doğaüstünün ve daha birçok gizemin üstüne günümüzün bilimsel mantığı ile gidiliyor ve cesur bir üslüpla kör inançlar kökten silkeleniyor. Wilson yaptığımız görüşmede "Artık, ne olursa olsun, bu böyledir inancının ortadan kaldırılmasının zamanı geldi, bu çağda efsaneler de dahil olmak üzere, her tür gizemin kaynağını bulmalı, araştırmalı ve sonuç ne olursa olsun katlanmalıyız..." diyordu.

 

Peki acaba bizim Çanakkale´deki Troya´nın ardındaki gizem ne? Biz Hisarlık Tepesi´ndeki kalıntıların Troya olduğunu nereden çıkardık? Wilson iddiasına şöyle başlıyor "Maceraperest ve silah tüccarı Heinrich Schliemann Yunanlı genç karısının da yardımıyla, küçük yaşlardan beri okuduğu Homer´in ´İliada´ sından yola çıktı ve 1871´de Troya´yı Çanakkale´de Hisarlık´da buldu. Osmanlı hükümetinin genişliğinden de yararlanarak istediği herşeyi yaptı. Ama acaba bulunan yer Homeros´un Troya´sı mıydı? Schliemann üst üste yapılmış ve arasında yüzyıllar bulunan 7-8 Troya kalıntısı buldu ve bunların birisine Homer´in Troya´sı dedi. Oysa sonrakikazılar ve araştırmalar Yunanlılar tarafından yakılıp yıkılmış bir kentin varlığını kanıtlamıyordu." Doğru olabilir mi? Bütün bunlar bir masal mı? Heinrich Schliemann Türkiye´den kaçırdığını söylediği Troya Kralı Priam´ın hazinelerini kaçışından oniki yıl sonra ortaya çıkardı ve sonra bir çok uzman bu kalıntıların Girit´de yaşamış olan Mikenler´e ait olduğunu ileri sürdüler.

Schliemann otobiyografisinde hazineyi bir duvarın içinde bulduğu bakır bir küpte bulduğunu yazıyordu ama nedense bu küpü Troya´yı yağmalayan Akhalar gibi çalışan işçilerin hiçbirisi göremeyecek ancak Schliemann öğle yemeği tatilinde bulacaktı. Raslantılar, rahatsız edecek kadar fazlaydı. Derken 1972 yılında ABD´de Colorado Üniversitesi´nden Prof. William Calder, Schliemann üzerine bir araştırmaya girişti ve ortaya inanılmaz bir sonuç çıkardı. 1851´de Schliemann, San Francisco´ya gelmiş ve altın bir antik takıyı satarken. Troya hazinesinden söz ederken iki ortağının daha bulunduğunu anlatmıştı. Bunlardan birisi adı bilinmeyen bir Osmanlı Paşası, diğeriyse Frank Calvert adlı bir Amerikalıydı. Ama Schliemann, onları aldattığını söylemişti, demek ki Schliemann bir dolandırıcıydı. 1889´da Schliemann tekrar Hisarlık´a, Troya kazılarına döndü ve kazılarda bir bina kalıntısıyla bazı çanak çömlek ortaya çıkarıldı ama bütün bunlar tartışmasız Miken uygarlığına aittiler. Schliemann, şok geçiriyordu, tüm iddiaları boşa çıkacaktı ama sonucu göremeden o yıl felç geçirerek yaşamını yitirdi. Schliemann Homer´in Troya´sını bulamamıştı...

 

Truva´daki kayıp deniz adamları

Schliemann´dan sonra kazıları sürdüren Alman Wilhelm Dörpfeld, duvarlar buldu ama bu duvarların Homer´in İliada´sında anlatılan dev kale duvarları, kuleler ve duvar ardındaki beş evle hiç ilişkisi yoktu. Üstelik yazılanlara göre çok küçük ve kısaydılar. Üstelik, yine efsanedeki gibi kıyıya yönelik değildiler. 1900´lerin başında İngiliz arkeolog Arthur Evans, Girit´te bir dizi kazıya girişti ve hala tamamı çözülemeyen garip bir hiyeroglif yazıyla yazılmış tabletler buldu. Çözümlenen bölümler şaşırtıcıydı, çünkü Homer´in İliada´sında geçen isimler burada da vardı. Evans, buradan yola çıkarak, Troya´yı reddetti ama bu iddiayı kabul etmeyenler de vardı. Fakat yeni bir iddia ortaya atılıyordu, Amerikalı Carl Blegen, Troya Savaşı´nı reddetmiyor, ama kentin yakılıp yıkılmasına Akhaların değil, dev bir depremin kuşatmanın onuncu yılında neden olduğunu ileri sürüyordu. Blegen´e göre, depremin izleri açıkça ortadaydı. Yıkıntıların aldığı şekil, bir at görünümü almış olabilirdi ve işte o noktada efsane işe karışmıştı.

Troya´nın öyküsü burada da bitmiyor, uzak denizlerden gelerek Troya´yı kuşatan "Deniz Adamları" kimdiler? Onlarla ilgili eski kaynaklara raslanmıyor, hala da bulunamadı, Troya´yı anlatan en eski kaynaklar çok daha sonralara ait.

Schliemann´ın bulduğunu iddia etiiği Kral Agamemnon´un maskı, Helena´nın mücevherleri, Blegen´in ortaya çıkardığı Pylos´daki Kral Nestor´un sarayı birer iddia olmaktan öteye gidemediler. Hala uzak denizlerden çıkıp gelen "Deniz Adamları" nın kimlikleri belli değil. Ve 1834´de genç bir Fransız olan Charles Texier, İç Anadolu´da Hitit başkenti Boğazköy´ü buluncaya kadar. 1908 yılında arkeolog Hugo Winkler, Hititler´in dış politikasını anlatan bir tablet kütüphanesi bulunca antik Orta Doğu´nun siyasi tarihini ayrıntılarıyla anlatan gerçek kaynaklar ortaya çıkarılmış oldu. Ardından 1924´de İsveçli tarihçi Emile Forrer "Ahhiyawa" adlı dökümanları açıkladı. Dil uzmanlarına göre, bu isim Akha Ülkesi demekti. Yani Homer´in Yunanlılar diye sözünü ettiği Troya´ya saldıran Akhalardı. 1963´de Atina´nın kuzeyinde Thebes´de yapılan kazılarda birçok Hitit tableti bulundu, işte bu kaynaklar Hitit-Akha ilişkisini kanıtlıyorlardı. Tabletlere göre, Akhalar Batı Anadolu kıyılarını kontrol ediyorlar ve antik liman kenti Milet´e gidip geliyorlardı ve burası Troya´ya birkaç yüz km uzaklıktaydı. Ve daha kuzeyde de Wilios adlı bir kentin adı geçiyordu. Acaba Troya´ya saldıran gizemli "Deniz Adamları" bunlar mıydılar? Sonunda bu Hitit tabletlerinde, Homeros´un sözünü ettiği Troya´yı yakıp yıkan Akha Kralı Agamemnon adına ilk kez raslandı, kayıtlara göre Kral Agamemnon, Hititler´in bir ara savaştığı Tawalaga adlı bir Yunanlı kralın kardeşiydi. Ama Homeros´un eserinde, Agamemnon´un kardeşinin adı Menelaos değil miydi?

 

Truva savaşı hakkında abartılanlar

Küçücük Bir Savaşın Abartılmış Sonucu mu?

Ve 3000 yıl önce, içine ancak 40-50 kişinin girebileceği bir tahta at yapılabilirdi. Hatırlayın, efsane ne diyor? Tahta atı yaparak çekilen Akhalar, saklanıp beklediler. Kuşatma bitti diye sevinen Troyalılar da tahta atı kentin içine alıp, eğlenceye koyuldular. Sonra? Sonra geceyarısı tahta attan çıkan adamlar kentin kapılarını açtılar ve Akhalar on yıldır giremedikleri Troya´ya girerek yakıp yıktılar. Aptalca görünüyor değil mi? Adamlar çekilecek, Yüzlerce gemi denize ufuk hattında görünmeyecek kadar uzaklaşacak, bu arada kıyıya saklanan binlerce adam bekleyecekler, sonra iki km´lik ovayı aşıp, kentin önüne yığılarak ve kapının açılmasıyla içeri dalarak Troya´yı ele geçirecekler. Bu arada onları kimse görmeyecek. İşte bu arada, Troyalılar on yıldır duman ettikleri düşmanlarını hiç farketmiyorlar. Çünkü o kadar eğleniyorlar ki, bir kişi dahi ayakta kalmıyor ve bu arada da hiçbirisi bu tahta at da neyin nesi, içinde acaba ne var? demiyor. Mantık olarak on yıl direnen bir kentin bu kadar basit bir oyuna kurban olmayacağını gerçekten düşünmek gerek.

Bu iddialar az değil, Troya ile ilgili iki fikrimiz olabilir. İlki Troya Efsanesi sadece efsanedir, Homeros´un bir fantazyası olabilir, o kadar.

Ama Batı´dan gelen deniz adamları vardır; Hitit kaynaklarında onlardan söz ediliyor ve onlar Yunanlılar değildir çünkü Hitit kayıtlarında Yunanlılar ayrıca belirtiliyor, peki öyleyse kimdir batıdan gelen bu korkunç deniz adamları? Nereden geldiler? Üstelik, antik tarihçi Cyrios bu deniz adamlarının Girit´teki Miken uygarlığını da yok ettiklerini belirtmekte. Onların tek bir ulus olmadıkları anlaşılıyor, "Deniz Adamları" müttefik bir ordu gibiler. Bir olasılıkla, çeşitli Akdeniz kavimlerinden oluşmuş bir korsan filosu olamazlar mı? Yani Troya Efsanesi aslında Akdeniz korsanlarının bir kıyı saldırısından doğmuş olamaz mı?