Bilinmeyen.Com / Bilim Ötesi Kategorisi
Kutbun ötesindeki ülke
Bu anılar 1947 yılının Şubat ve Mart aylarında yazıldı.
Kutup Kaşifi Amiral Byrd´ün içinde bulunduğu koşullar dayanılabilir ve güvenilirdi. Başka kişiler tarafından da bir hayal olayının yaşanmadığı yönünde güvence verildi. Yazılanlar, Amiral´in birebir sözcükleridir. Kuzey Kutbu´nun uzun bir gecesinde yazılmış ve ciddi bir kaşifin ve bilim adamının parlak gün ışığı altında yaşadığı gerçeği anlatmaktadır.
Yayınlayan: Dr. William Bernard Ph.d., D.D.
Admiral Richard B. Byrd´ün Günlüğü Şubat-Mart 1947
"Kuzey Kutbu´nda bir keşif uçuşu
İç Dünya; Benim Gizli Günlüğüm"
Bu günlüğü gizlilik içinde yazmalıyım. Yazdıklarım Arktik´de 1947 yılı Şubat´ının 19. gününde yaptığım uçuşla ilgili. Zamanı geldiğinde, muhakkak insanlar daha akıllı olacaklar ve kaçınılmaz gerçeği kabul edecekler. Yazdıklarımı açıklamak özgürlüğüne sahip değilim, belki de bunlar asla toplumsal bir incelemenin ışığını asla göremeyecektir ama birgün herkesin okuyabilmesi için bunları kaydetmek benim görevim. Bu açgözlü ve sömürücü dünyada kesin eminim ki, insanoğlu gerçekleri daha fazla bastıramayacaktır.
"Uçuş Seyir Defteri" 19 Şubat 1947-Artrik Üssü Kampı
Saat 06:00: Tüm hazırlıklar tamamlandı. Kuzeye doğru uçacağım, tüm yakıt depoları dolduruldu.
Saat 06:20: Sancak motoru daha güçlü gibi. Ayarlama yaptık, şimdi daha iyi.
Saat 07:30: Üsle radyo ilişkisi kontrolu yaptık. Herşey yolunda. Telsizcim memnun.
Saat 07:40: Sancak motorunda zayıf bir akıntı var gibi. Yağ basıncı normal.
Saat 08:00: Uçuyorum. Uçuş normal görünüyor. 7.000 metrede uçuyorum. Türbulans normal. Herşey yolunda.
Saat 08:15: Üsle telsiz kontrolu normal.
Saat 08:30: Türbulans oluştu. Bin metreye kadar inmeye karar verdim, uçuş koşulları yumuşak görünüyor.
Saat 09:10: Çok büyük bir buz alanı, altta kar yağıyor. Görüntü muhteşem. Kırmızıdan mora kadar tüm renkleri görüyorum. Pusula olduğu yerde dönüp duruyor, üsle tekrar ilişki kurduk ve gördüklerimi anlatım.
Saat 09:10: Her iki pusulam da yani manyetik ve gyro pusulalar dengelerini iyice yitirdiler, titreşip duruyorlar. Güneş pusulasını kullanıyorum. Kontrollar yavaş tepki veriyorlar ama bir buzlanma belirtisi yok.
Saat 09:15: Uzakta dağlar görüyorum.
Saat 09:49: Dağları gördüğümden bu yana 29 dakika geçti. Görsel bir yanılgı yok. Bunlar birer dağ ve daha hiç görmediğim bir sıradağ halindeler.
Saat 09:55: Altimetre 8.900 metreyi gösteriyor; güçlü bir türbulans var.
Saat 10:00: Hala kuzeye doğru uçuyorum ve altımda küçük bir dağ sırası var, bunu tanımlıyorum ve soruşturmam gerek çünkü böyle bir dağ oluşumu haritalarda yok. O da ne? Dağların arasında ve tam ortada küçük bir nehir akıyor, aşağıda yeşil bir vadi olamaz. Burada garip ve normal olmayan birşeyler var. Buz ve kar olmalıydı ama ben dağların yamaçlarında yeşil ormanlar görüyorum. Yön bulma araçlarım hala çılgınca dönüyorlar. Jiroskop hala öne ve arkaya doğru titreşip duruyor.
Saat 10:05: Dörtbin metreye indim ve alttaki vadinin üzerinde sola doğru sert bir dönüş yaptım. Aşağıda yeşille örülmüş bir alan var. Burada ışık farklı, güneşi göremiyorum. Sola biraz daha döndüm ve aşağıda çok büyük garip hayvanlar gördüm. File benziyorlar ama hayır bunlar birer mamut. İnanılmaz ama oradalar. 3.000 metredeyim, dürbünle bakıyorum ve hayvanlar görüyorum; oradalar. Mamutlara çok benziyorlar. Bunu üsse bildirmemiz gerek.
Saat 10:30: Yeşil renkli tepelere yaklaşıyorum. Dış ısı, termometrenin gösterdiğine göre 23 derece. Düz olarak uçmaya devam ediyorum. Göstergeler normal ama ben bir bulmacanın içindeyim. Yine üssü arıyoruz ama telsiz çalışmıyor.
Saat 11:30: Eğer normal kelimesini bu ortamda kullanırsam herşey yolunda. İlerde bir yer var, sanki bir kente benziyor. Uçak çok hafifledi, bir tüy gibi dalgalanarak uçuyor, kontrollar emirlerimi dinlemiyorlar. Tanrım!, Normal tepkiler vermeyen bir araç içinde uçuyorum ve yeterince hızlı değilim ama ilerde uçan garip bir araç var. Disk şeklinde ve parlak. Bana doğru yaklaşıyor,üzerindeki işareti görüyorum; bu bir gamalı haç. Fantastik! Neredeyiz? Ne oluyor? Kontrolları geri almaya çalışıyorum. Ama olmuyor, kontroller isyan ediyorlar.
Saat 11:35: Telsizden çatırdılar geliyor, İngilizce bir ses ama derinlerden geliyor. Aksan İsveç ya da Alman. Şöyle diyor; "Bölgemize hoşgeldiniz Amiral. Sizi yedi dakika içinde indireceğiz. Güvenli ellerdesiniz. Rahat olun." Uçağımın motorları durdu, garip bir gücün kontrolu altında uçmaya devam ediyorum. Şimdi uçağım kendi çevresinde dönmeye başladı.
Saat 11:40: Bir diğer telsiz mesajı. İniş olayı başladı. Uçak şiddetle titriyor, aşağıya doğru iniyor, sanki görünmeyen dev bir asansörün içinde gibiyim. Artık çok rahatım, birşey umurumda değil. Hafif bir sarsıntıyla uçağım yere temas ediyor.
Saat 11:45: Günceme aceleyle son cümleleri yazıyorum. Uçağıma doğru gelenler var; hepsi uzun boylu ve sarı saçlılar. Uzakta büyük ve parlak binaların bulunduğu bir kent var, gökkuşaklarına benzer renk dalgaları nabız gibi atarcasına kentin üzerinde yükseliyor. Ne olduğunu anlamış değilim ama ortada tehlikeli birşey yok, hiçbir silah görmüyorum. Kargo kapısını açarken bir sesin ismimi söylediğini duyuyorum. Herşeye razıyım.(Kaydın sonu)
Kristal kente giriyorum...Bundan sonra olanları hafızama güvenerek yazdım. Hayal gücümü zorlamam gerekiyor, bütün bunlar çılgınca ve olmaması gereken şeyler. Telsizcimle beraber uçaktan çıktık, içten ve samimi bir karşılama bu. Tekerlekleri olmayan küçük bir platformun üstüne bindik. Şimdi hızla parlayan kente doğru gidiyoruz, kent sanki kristalden yapılmış gibi, içeri girerken daha önce hiç görmediğim büyüklükte binalar görüyorum. Bu yapılar Frank Lloyd Wright´ın (Dönemin ünlü sürrealist mimarı) çizimlerinin ötesinde. Ya da bir Buck Rogers filminin setindeyim (Yine dönemin sinemasında canlandırılan bir bilim kurgu kahramanı). Daha önce hiç tatmadığım sıcak içecekler ikram ediliyor, çok lezzetliler. On dakika kadar sonra iki hostes geliyor, çok güzeller ve kendileriyle beraber gelmemi söylüyorlar. Yapacak birşey yok, gidiyorum ama telsizcim kalıyor. Kısa bir yürüyüşten sonra asansöre benzer bir yere giriyor, aşağıya doğru inmeye başlıyoruz, araç duruyor ve kapı yukarıya doğru sessizce açılıyor. Uzun bir koridorda ilerliyoruz, gülkurusu renkte bir ışık heryerden yayılıyor, sanki duvarların içinden geliyor. Büyük bir kapının önünde duruyoruz. Kapının üzerinde okuyamadığım bir yazı var, kapı ses çıkarmadan açılıyor, girmem için işaret ediliyor. Hosteslerden bir tanesi; "Korkacak birşey yok Amiral, Üstad´ın huzuruna kabul edileceksiniz." diyor.
Üstad´ın mesajı
İçeri giriyorum, çarpıcı renkler görüyorum, oda büyüleyici ve çok etkileyici. Karşımda çok güzel bir insan var, gördüklerimi anlatamıyorum, bildiğim sözcükler buna yeterli değil. İnsan gibi ama çok daha ötesinde, huzur ve mutluluk yayıyor. Düşüncelerim kesiliyor, melodik ve sıcak bir sesle konuşuyor; "Yerimize hoş geldiniz Amiral" O, bir erkek, yüzünde çok uzun yılların izleri var, uzun bir masada oturuyor sonra kalkıp, bana oturmam için gösteriyor. Oturuyoruz, bana bakıp gülümsüyor ve yine o yumuşak ve melodik sesle konuşuyor; "Sizin buraya girmenize izin verdik çünkü siz dünyanın yüzeyinde tanınan asil birisiniz." Dünyanın yüzeyi mi? diyor ve soluğumu tutuyorum. Gülümsüyor ve; "Evet, şu anda İç Dünya´nın Arianni bölgesindesiniz. Sizi görevinizden fazla alıkoymayacağım, güvenle yüzeye geri döneceksiniz. Ama şimdi Amiral sizi neden buraya çağırdığımızı söyleyeceğim. Irkınızın Japonya´da Hiroshima ve Nagasaki´de patlattığı ilk atom bombalarıyla çok ilgiliyiz. Bu nedenle alarma geçtik ve uçan araçlarımızı yolladık, biz bunlara ´Flugelrad´ diyoruz. Sizi gözlüyorlar ve ırkınızın yüzeyde ne yaptığını araştırıyorlar. Bütün bunlar geçmişte kaldı Amiral ama biz devam etmek zorundayız. Irkınızın savaşlarına ve barbarlığına daha önce hiç karışmadık ama şimdi durum farklı. İnsanlık için uygun olmayan doğal bir gücü yani atomik enerjiyi öğrendiniz. Özel görevlilerimiz dünyanızdaki güçlere mesajlar veriyorlar ama henüz bir tepki vermediler. Şimdi sizi dünyamızın varlığını gören bir tanık olarak seçtik. Irkınızdan binlerce yıl daha eski olan kültürümüzü, bilimimizi göreceksiniz Amiral." Sözünü kesiyor ve benimle ne yapacaklarını soruyorum.
Zamanı geldiğinde...
Üstad delici bakışlarıyla sanki düşüncelerimi okuyor ve bir zaman sonra cevap veriyor; "Irkınız şu anda dönüşü olmayan noktaya ulaştı. Aranızda ellerindeki gücü bırakmaktansa, dünyayı yok etmeyi göze alacak olanlar var." Başımı sallıyorum ve devam ediyor; "1945´de ve sonrasında ırkınızla ilişki kurmaya çalıştık ama düşmanca davranıldı, Flugelrad´larımıza ateş açılıp, düşürüldüler. Savaş uçaklarınız, kötü amaçlarla düşmanca davranarak bizimkileri kovaladılar. Şimdi sana şunu söylüyorum oğlum; dünyanızda çok büyük bir kötülük fırtınası oluşmakta, kara bir öfke ve şiddet yıllardır hiç eksilmeden, artarak birikiyor. Silahlanmanızın bir anlamı yok, biliminizde güvenli bir yer yok. Kültürünüzde açan her çiçek, öfke ve hiddetle ezilip, yok ediliyor, tüm insan canlılar derin bir kaosun içine düştüler. Yaşadığınız son savaş daha sonra ırkınızın başına geleceklerin sadece bir başlangıcı. Biz burada her geçen saat durumu daha açık görüyoruz. Söylediklerimde bir yanlış var mı?" Hayır, bu eskiden de oldu, karanlık çağlar geldi ama beşyüz yıl önce sona erdi, diyorum. Üstad devam ediyor; "Evet, oğlum. Karanlık çağlar asıl şimdi ırkınızın üzerine geliyor, karanlık dünyayı bir örtü gibi örtecek ama inanıyorum ki ırkınızdan bazıları yaşamayı başaracaklar ama buna daha zaman var, fazlası söylenmemeli. Çok uzaklarda ırkınızın yıkıntıları arasından yeni bir dünya doğacak, kayıp efsanevi hazineleri arayacaklar ve oğlum bizim korumamızda güvenlikte olacaklar. Zamanı geldiğinde biz ırkınıza ve kültürünüze yardım edeceğiz, belki savaşın ve çekişmelerin boşyere olduğunu birgün öğreneceksiniz, ancak bundan sonra ırkınız tekrar kültürü ve bilimi elde edebilecek. Şimdi oğlum, bu mesajla beraber yüzeye dönebilirsin."
Ve dönüş
Bu sözlerle beraberliğimiz sona ermiş gözüküyor. Bir an için duruyorum, bu bir rüya olmalı ama ben bu gerçeği biliyordum. İki güzel hostesimin gelip "Bu yoldan Amiral" demeleriyle kendime geldim. Çıkmadan evvel bir kez daha dönüp Üstad´a bakıyorum. O mitolojik yüzde yumuşacık gülümseme var; "Elveda oğlum" diyor ve ince uzun elini kaldırarak bir barış hareketi yapıyor. Hızla geri dönüyor ve yukarı çıkıyoruz. Hosteslerimin birisi bana dönüyor ve; "Acele etmeliyiz Amiral. Üstad, sizi geciktirmememizi istedi, mutlaka geri dönmeli ve mesajı vermelisiniz." Birşey demiyorum. Olan herşey inancın ötesinde. İlk geldiğimiz yere dönüyoruz, telsizcim orada, çok gergin ve yüzünde endişeli bir ifade var. Ona herşey yolunda Howie, diyerek sakinleştiriyorum. Yine uçan platformla uçağımızın yanına götürülüyoruz. Motorlar çalışmıyor, hemen biniyoruz. Kapı kapandıktan sonra görünmeyen güç, uçağı kaldırıp bir anda 8.000 metreye çıkarıyor. Onların araçlarından iki tanesi belli bir uzaklıktan bizi izliyor. Çok hızlı gidiyoruz ama hız göstergesini okuyamıyorum, ileriye doğru gidiyoruz. Telsiz çalışıyor ve bir ses; "Şimdi sizi terk ediyoruz Amiral, kontrollar serbest. Auf Wiedersehen!!!!" diyor. Almanca bir veda. Howie ve ben flugelrad´ların soluk mavi gökte kaybolmalarını izliyoruz. Uçağım birden sarsılıyor ve aşağıya doğru dalışa geçiyor. Toparlanıyor ve kontrolu alıyoruz. Şimdi uçuş normal, kimse konuşmuyor, ikimiz de kendi düşüncelerimizle başbaşayız.
Güncenin devamı
Saat 22:00: Yine sonsuz buz ve kar çölündeyiz. Üsse uzaklığımız yaklaşık 27 dakika. Haberleşiyoruz, cevap geliyor. Bütün koşullar normal. Üstekiler bizden haber aldıkları için çok mutlular.
Saat 22:00: Üsse yumuşak iniş yapıyoruz. Bir görevi bitirdim ama çok daha büyük bir görev şimdi beni bekliyor...
Kaydın sonu
11 Mart 1947´de Pentagon´da bir toplantıda hazır bulundum. Olanları anlattım, keşfimi açıkladım ve Üstad´ın mesajını aktardım. Herşey gereğince kaydedildi. Başkan´a bilgi aktarıldı Ama geciktirildiğimi veya alıkonduğumu hissediyorum. Yüksek Güvenlik Örgütü ve bir tıb ekibi ile uzun görüşmeler yaptırdılar, bir kasıt algılıyorum. Büyük bir sıkıntı içindeyim, ABD Ulusal Güvenlik koşulları gereğince, sıkı kontrol altındayım. Ve sonunda emri aldım; bildiğim her konuda kesin olarak sessiz kalmam isteniyor, bunu insanlık adına yapacakmışım. İnanılmaz ama ben bir askerim ve emirlere uymaktan başka yapacak birşeyim yok.
30/12/56: Son sözler
1947´den bu yana yıllar geçti. Günlüğümü tamamlamam gerekiyor. Kapatırken, kendimden eminim. Bu sırrı yıllar boyunca inançla sakladım. Bu benim tüm moral değerlerime ve haklarıma karşıydı. Şimdi sonsuz gecenin geldiğini hissediyorum ve bu sır benimle beraber ölmemeli. Ama gerçek eninde sonunda galip gelecek. İnsanlığın tek umudu bu. Gerçeği görüyorum ve ruhum bir an önce serbest kalmak için çırpınıyor. Askeri canavarlığın kalbi olan endüstri için görevimi yaptım. Şimdi uzun gece başlıyor ama bu bir son olmayacak. Uzun Artrik gecesinde olduğu gibi, gerçeğin parlak güneş ışığı yine gelecek ve karanlıklardan ışık doğacak. Çünkü ben Kutbun ötesinde varolan ülkede en büyük bilinmeyeni gördüm.
Amiral Richard E. Byrd
ABD Deniz Kuvvetleri 24 Aralık 1956
İnsan bedeni, temel olarak kendini yenileyen ve onaran bir yapıdır; her üç günde bir deri elbisemiz yenilenir çünkü hücreler sabit olarak bölünür ve çoğalırlar ama bunun da bir sınırı vardır. Derinin büyük kayba uğradığı hallerde yetişemezler. Birçok hücre yaşlanır, DNA bunu engelleyemez veya DNA yenilenmez, zincir genetik olarak proteinlerin hasar görmesi için serbest bırakılmıştır. Berkley Üniversitesi’nden molekül bioloğu Judith Campisi, deri ve bağışıklık sistemindeki yaşlı hücre kümelerinin, 70 yaşlarındayken 30 yaşlarındakilere göre üst düzeylerde olduğunu tanımlandı. Bu iki sistemdeki yüksek oranda hücre bölünmesi öncelikle görünür yaş demekti. Öyleyse yaşlanma oluşumu için kayıp ve hasar daha çok hücre gruplarının sorumluluğundaydı. Bitkinlik, bedenin yıpranmasının doğal sonucudur, kromozomlar DNA’nın ayakkabı bağı benzeri yapısıyla ilişkilidir, DNA başlıklarına ise “Telomer” denir, bunlar DNA zincirinin veya bağının dağılmasını engellerler ve kromozomlar her bölündüklerinde yeni DNA zincirini oluşturmak için hazırdırlar ama telomerler bunu kısa tutarlar veya uzun sürmesine engel olurlar. Sonuç olarak, telomerler yeni DNA’nın oluşması için gereken sürenin kromozomlar tarafından kullanılmasına izin vermezler.
Hücrelerin içini bir reaktöre benzetebiliriz, hücre sürekli yakıt üretir. Yaşlı insanlardan alınan hücrelerin araştırılması, bu yakıtın daha döllenmeden hemen sonra bir fetüs halindeyken tüketilmeye başlandığı göstermiştir. Kuramsal olarak, hücrelerin bu kadar hızlı ve çok çalışmasını engellemek ve yakıt tüketimini azaltmak mümkündür ama bu henüz kuram aşamasındadır. Çünkü hücrelerin insan olduktan sonra neden böyle çalıştıklarının cevabı henüz yoktur. Beden, enerjisinin büyük kısmını, yemekten sonra hazmederken kullanır, bir çok insanın metabolizması yavaştır, bazıları ise diet yaparak bu enerjinin kullanımını azaltmaya gayret ederler. Biologlar, laboratuar farelerinin yiyeceklerini ikiye bölüp azaltarak, yaşamlarını % 40 oranda uzatmayı başardılar. Los Angeles California Üniversitesi’nden biolog Roy Walford, günlük ihtiyacı olan 3000 kaloriyi, 1800’e indirerek, 120. yaşını kutlamayı umut ediyor. Walford’a göre yiyeceklerin azaltılması ve daha önemlisi doğru alınması, sağlıklı hücrelerin zarar verici ve yıkıcı protein gruplarından korunması yolunda ciddi bir adımdır. Özellikle de, E vitamini gibi antioxsidant vitaminlerin üst düzeyleri çok yararlı olmaktadır.
Ölümsüzlük yasal mı?
Biolojik araştırmaların umulmadık sonuçları yaşlanma oluşumunda yeni buluşları ortaya koyuyor ama normal olarak bunlar kısaltılmış olarak ancak özel tıbbi veya bilimsel yayınlarda yer alıyorlar ve toplum bunlardan haberdar olamıyor. Bunun için bir kuruluş oluşturuldu; “Yaşamı Uzatma Vakfı” kar amacı gütmeyen bir örgüt ve işi sağlıklı uzun ömür araştırmalarını duyurmak ve desteklemek; son haberler iletiliyor, yeni teknikler tanıtılıyor ve yeni ürünler duyuruluyor. Kuruluşun amacı, üyelerinin uzun yaşamaları için yardımcı olmak ve gelecekte gerekecek fonları yaratmak; ana hedef ise fiziksel ölümsüzlük. Slogan olarak da “Biz çabuk yaşlanmıyoruz, çabuk ölmüyoruz” diyorlar. 16 yıl evvel Hollywood’da Saul Kent ve William Faloon tarafından kurulan “Yaşamı Uzatma Vakfı”nın başı yasalarla dertte. Öncelikle önerdikleri özel beslenme metodları ve ilaçlara karşı çıkmaları yüzünden, FDA “ABD Beslenme ve İlaç Dairesi” tarafından sıkıştırılıyorlar. Ticari sistemin dışında olmaları bir diğer handikap. En büyük savaş ise, son yılların ünlü gençlik ilacı olan Melatonin için yaşandı ve yaşanıyor. Melatonin bir hormon ve bedeni yeniliyor. “Yaşamı Uzatma Vakfı”, Melatonin’nin ticari amaçlı tıp kuruluşları ve doktorlar tarafından kontrol edilmesine karşı çıkıyor, benzeri diğer alternatif sağlık kuruluşları tarafından da desteklenen bu mücadelenin amacı ise, Melatonin ürünlerinin serbest ve ucuz satılması. Uzun süreli hastaların ilacı kullanmaya bütçeleri yetmiyor, buna rağmen dev ilaç tröstleri buna hiç aldırmadan kısıtlamayı sürdürüyorlar ve savaş sürüyor.
Onlar ölümü reddediyorlar ?
Öte yandan, ölümsüzlüğün şu anda varolduğunu da söyleyebiliriz. Uluslararası Ebedi Toplum Organizasyonu adlı kuruluş üç kişiyi ölümsüz olarak ilan etti; Charles P. Brown, Berna Deane ve James R. Stroke bir sosyal program oluşturdular; fiziksel ölümsüzlüğün bedenlerimizde gerçekten şifrelendiğini iddia ediyorlar, hücreler buna hazırlar, iş sadece onları bu oluşum için uyandırmakta. Bu üç ilginç insan “Together Forever-Ebediyen Beraber” adlı bir kitap yazarak olayı iyice tırmandırdılar; bakın ne yazmışlar; “Ölümsüzlük hücrelerini hissediyoruz, beden ölüm uykusuna benzeyen derin uyku nedeniyle buna zaten deneyimli. Ölümsüzlük zaten insanın en büyük arzusu ve amacı olarak hücrelerimizde her an titreşmektedir ve bu titreşim enerjisi hücrelerimizle bilincimiz arasında karşılıklıdır; derinlerde bunu anımsıyoruz; sürekli olarak, evet, ölümsüz doğdum, ölmek için doğmadım, demeliyiz; işte hücrenin uyanışı budur...”
Bu üç kişi, kendileri gibi düşünenleri biraraya toplayarak Scottsdale Arizona’da bir komün oluşturdular. Orada ilahi ölümsüzlüğü, fiziksel yenilenmeyi kovalarken, bedenlerini temizlemeye çalışıyorlar. O kadar ilginç düşünceleri var ki, oluşturdukları ölümsüzlük enerjisinin kendilerini kazalardan koruyacağına da inanıyorlar. Bütün bunlar bir yana ama bu olaya bilim dünyasının olumlu baktığı tek birşey var; o da bilinçaltının ölümü ve öleceğini önceden kabullenmiş olması, ama bu bir kuram, henüz bilinmeyen bir yöntemle bilinçaltı ölümü reddederse acaba neler olacaktır? Örnek ise, ölümcül hastaların çok azında görülen ölüme direnme gücü ve sonunda hastalığı yenmeleri; onlar ölümü reddediyorlar ve Azrail eli boş yerine dönüyor; İşte, gizem burada ama nasıl?
İnsanın ötesi...
Felsefi olarak İnsanlık mental, fiziksel ve sosyal olarak üst düzeylere ulaşma uğraşı içinde. Ölümsüzlükçüler, şu an içinde bulunduğumuz evrim düzeyinin çok uzadığı düşüncesindeler. Buna inananlar içinde bilindiği gibi, bedenlerini iddialara göre hemen ölmeden evvel ve genel olarak da ölür ölmez likit nitrojen içinde donduranlar bulunuyor. Bir kısmı ise, ölümsüzlüğün insanların bilinçlenmesiyle oluşacağını düşünüyorlar. Tıp ve psikoloji, insanın kişiliğinin nereden kaynaklandığını söyleyemiyor ama biyoloji şunu belirleyebilir; dünyasal insan düşüncesinden ve mental oluşumdan, beyinde çalışan elektriksel sinyaller sorumluysa ve eğer insan kişiliği veya ruh, beyinde bir etki doğuruyorsa yani söz konusu elektriksel sinyallere neden oluyorsa ve benzer bir etkiyi yapay bir beyinde yaratamıyorsak, öyleyse herşey kimyasal değildir ve ayrı, farklı birşey biryerlerde vardır. Bilgisayarları aklınıza getirin; bilgisayarın “hardware” denen teknik yeterliliği yani bedeni vardır, her program “software” ise bir kişiliktir; bedenin yani bilgisayarın farklı özelliklerini ayrı düzeylerde kullanır, hele bir de bilgisayarın ana belleği çok büyük veya genişse. Ama sorun hızdır, bilgisayar insandan hızlı bir hesabı yapabilir fakat bunu nasıl yapacağını kendi düşünemez. Anlaşılabildiyse, beden=bilgisayar ile program=kişilik/ruh benzerliği olabildiğince ortadadır.
Sonuçta görülüyor ki, insan ölümsüzlüğe, bilinç olarak, bilgelik olarak, istek olarak, hatta tıbbi olarak hazırdır ama yaşam biçimi olarak, tüm alışkanlıklarıyla ve oluşturduğu sistemlerle hazır değildir. Buna daha çok zaman var; belki de gerçekten evrim artık yeni bir aşamaya yani insanötesi insan aşamasına geçmeli...
Ve …
Bir veya birkaç olayla ölüm ötesini kesin olarak tanımlamaya kalkışmak geleceğin araştırmalarına yarar sağlamayacaktır. Belki de bazı kesin olaylar veya kesin bir olay, tarihsel literatürün zengin arşivinde saklıdır, yukarda verilen olaylar buna örnek olabilirler. Ama geçmişteki olaylar ve çalışmalar, günümüzdeki parapsikolojik kişiliğin dışında kalmaktadır. Güncel parapsikolojinin ağırlıklı bilimsel bakış açısı, ölüm ötesi örneklerini veya savlarını kolay kabul etmemekte hatta dışlamaktadır. O zaman da geriye kişisel görüşler kalmaktadır yani ölüm ötesi hakkında özgün düşünceler oluşturabiliriz ama öteye geçemeyiz. Ölüm kendi kapsamı, niteliği ve niceliği yönünden bir son olmamalıdır dendiğinde, özgün bir görüşü ortaya koymuş oluruz. Bu durumda hem uyarıcı, hem de çok güç sorularla karşılaşırız; Kişisel ölüm deneyleri hangi açıdan değerlendirilecektir? Ve en önemlisi öteki dünyanın doğal yapısı nasıldır?
Yanlı da olsa ölüm sonrası merakı ve ilgisi uygar toplum düzeyinde ve kültürel göstergenin peşisıra yükseliyor. Sayısız kitap yayınlanıyor, NDE, mistik görüntüler, melekler ve ilahi yolculuklar, binlerce kitap yıllardır peşpeşe yayınlanıyor. Yaşam sonrası için tek bir yol var, o da bir sürpriz neyse ki bizim sürpizlere dayanma kapasitemiz çok yüksek ama kendimize ne istediğimizi sormamız gerekiyor; duyularım söylüyor ki, bir yer var ve biz oradan geldik ama yine oraya gidecek miyiz? Yani eve?
O yer var ve orası tümüyle öteden beri bizim kaderimiz.
En tatmin edici olabilecek ve kesin geçerliliğe sahip metod, tutarlı olması kaydıyla ölülerle kurulabilecek bir ilişki türüdür ama şu ana kadar bu yöntem başarılamamış veya bulunamamıştır, hatta büyük bır olasılıkla da o gün asla gelmeyecektir. İnsan düşüncesi çok karmaşık ve tutarsızdır işte bu özelliği nedeniyle hiçbir konuda ufku doğrudan görememektedir. Parapsikolojinin en başarılı adımı, ölüm ötesini araştırmayı saygın bir hale getirmesi olmuştur ama hala çok az şey bilinmektedir. Trans medyumluğu, ölüm deneyleri, BDD’ler, ölüm hali vizyonları ve reenkarnasyon olayları hakkında daha öğrenilecek çok şey vardır. Belki bir gün, şok edici etkin bir ışık parlayacak, ölüm ötesi ilişki aydınlanacak ve ölüm şoku o andan sonra cevapsız bir soru olmayacaktır. Fakat açıkça söylemek gerekir ki, zekanın yetileri ne olursa olsun şu anda söylenenler ancak birer spekülasyondur; bazen küstahça, bazen fanatikçe veya iyimserlikle. Ölüm ötesi olayı etkileyicidir ama henüz tanımlanmamıştır.
Ölümsüzlük bizi melek veya vampir mi yapacak?
Ve ölümsüzlük gibi evrensel bir konuda, öncelikle olumlu düşünmeliyiz. Ama dünyasal sorunlarımız vardır ve bunlar bizi korkutabilir; özellikle III. Dünya Ülkeleri’ndeki nüfus yoğunluğu ciddi ve endişe vericidir. Savaşlar sadece kaynakların ele geçirilmesi gibi basit ve ilkel bir neden için yapılmaktadır; doğal afetler ve açlık etkin ve öldürücüdür. Zengin azınlıklar gelişirken, fakir çoğunluk açlıktan ölmektedir; Bu arada, gelişmiş ülkelerde işşizlik dev oranlarda büyürken, emeklilik yaşı, 20-40 yaş arasındaki kuşağın çalışma gücüne katılımını engellemektedir. Emeklilik ödemeleri, 80 yılı aşan uzun bir yaşam ortalamasında devletlere çok pahalıya malolacaktır hatta yıkıma neden olabilir. Ölümsüzler yaşam desteğini nereden alacaklar ve kendi dölleriyle nasıl rekabet edeceklerdir? Ölüm korkusunun kalkması toplumun beklentilerini ve sonuçta düzenini değiştirecektir. Eğer önümüzdeki bin yıl içinde ölümsüz olursak, ya bir melek ya da bir vampir olacağımız kesindir; bugün ektiğimiz tohumlara göre sonucu bekleyip göreceğiz.
Herkes bildiği ve yapabileceği işi yapmalı. Belki daha da uygunu bu işleri yönetenler, herkese bildikleri ve yapabildiklerine emin oldukları işleri vermeliler. Her önüne gelen, üzerine vazife olmayan işlerden kendine vazife çıkarıp, çığlıklar atarak, kiminle ne konuşacağını bilmeden, hiç anlamadığı konulara burnunu sokarsa olacak olan budur. Sunucumuz hiç zaman yitirmeden bu tür konuların ekrana nasıl getirileceğini sayısız kez kanıtlamış olan Uğur Dündar’ın yanında boğaz tokluğuna staj yapmasını şiddetle öneriyor ve şimdi doğaüstüne yönelik bir araştırmayı sunuyorum...
Günümüzde doğa üstü olaylar kadar ilgi çeken başka bir konu yoktur. Bazı bilimciler bu işlerle uğraşanların çoğunun deli olduğunu ve kapatılmaları gerektiğini söylüyorlar. Doğaüstüyle uğraşanlar ise bilimadamlarının önyargılı, sığ görüşlü olduklarını ve entellektüel açıdan dürüst olmadıklarını iddia ediyorlar. İki taraf da nedenlerden, mantıktan ve kanıtlardan söz ediyor. Fakat hiçbiri bir diğerinin bunların anlamlarını bildiğini kabul etmiyor. Genelde bilimadamları daha güçlü bir pozisyonda gözüküyorlar. Basit anlamda, bilimin, evreni anlamak için sorulan zekice sorulardan oluştuğunu söylüyorlar. Bilimadamlarının gömülecek baltaları yok. İnanç ve doğaüstüyle uğraşanlar (büyücüler, medyumlar vs.) gerçekleri kendi düşüncelerine göre akord edebiliyorlar, gerçek nedenlerden ürküyorlar çünkü nedenler onların dogmalarını ve inançlarını yaralıyor. 1894’de yayınlanan, Andrew White’ın yazdığı “Bilim ve İlahiyatın Arasındaki Savaşın Tarihçesi” isimli kitap utanç verici hikayeyi anlatıyor ve bu kitap hurafeler ve gerçek neden arasındaki parıltıyı gözlar önüne seren bir klasik. Bu açıdan bakınca modern büyücüler, Giordano Bruno’yu yakan ve Galileo’yu dönmeye zorlayan Engizisyon’daki atalarının son kalıntılarını taşıyorlar.
Bu güçlü ve karmaşık bir tartışma. İyi bilimadamları genelde dominant insanlardırlar ve diğer dominant canlılar gibi kendi yollarında ilerlemeyi severler, inceleme yapmakla görevli bir bilimadamının doğruyu saf bir yürekle ve dürüstçe araması gerçek olamayacak kadar güzeldir. Dünyadaki en doğru bilgilere sahip olabilirler ama, garip bir içgüdü olan “Doğrulanma ve Doğruluk” hissinden habersizdirler. Bu yüzden de bilimsel bir araştırmada tarafsız olamazlar.
White, kitabında dogmatik kilise mensuplarının dürüst bilimadamlarına olan zulmünü anlatıyor. Fakat kitabı anlatılanların ışığında ya da Bruno ve Galileo’nun biyografisini önceden bilerek okursak, hikayenin asıl anlatmak istediğinin nedene karşı batıl inanç olduğunu görürüz. Hatta daha derinde bunun vahşi bir karmaşaya sıkışmış bir “Doğru İnsan” hikayesi olduğunu anlarız. Giordano Bruno 1600 yılında nedenin sonucu olarak cadı diye suçlandı ve kazığa bağlanıp yakıldı. Francis Yates’in kitabı “Giordano Bruno ve Büyü Geleneği” bizlere, Bruno’nun sadece kendini beğenmiş bir paronoyak olmadığını, onun ayrıca anti-Hristiyan bir büyücü olduğunu da anlatıyor. Galileo ise Bertolt Brecht’in bir oyununda kibirli ve kaba bir bilimci olarak gösterilmiş. Aslında Galileo, büyüklük duygusu içinde kötü niyetli bir adamdı. Böylece bu iki kişi birer “Doğru İnsan” olma yolundaydılar ama böyle insanlar sadece bilimcilerin içinden çıkmıyor. Genelde bilimciler kendi kuyularını kazarlar. Derin bir önyargı nedeniyle yeni buluşlara karşı dururlar. Örneğin White, Bernand Palissy’nin, fosillerin ölmüş hayvan kalıntıları olduğunu söylediği için büyücü kabul edilerek hapsedildiğini anlatır (1589’da Bastille hapisanesinde öldü). Ama amatör bir jeolog olan Johann Scheuchzer 1708’de aynı şeyleri söylediğinde kimse karşı çıkmadı. Oysa o güne kadar bilimciler fosillerin kesinlikle canlıya benzeyen eski kaya parçaları olduğunu iddia ediyorlardı. Voltaire de bu tartışmaya katıldı. Doğadaki bu kalıntıların kemik olduğunu kabul ediyordu fakat bunların balıkçılar tarafından atılmış ölü balıkların kalıntıları olduğunu düşünüyordu.
Bir insanı yıkmanın en kolay yolu özgürlüğünü ve anlamını elinden almaktır. Bu toplum içinde geçerlidir. İnsanlar merak yüzünden bilimci olurlar. Buluşların zevki, yeniliklere olan merak ve bilinmeyen olasılıkların heyecanı vardır. Dini otoriteyi kızdırmanın tadı, bilimi dünyanın amaçsız ve anlamsız olduğunu söylemeye iter. Aslında insanların özgürlüğünü ve inancını, sadece din adamlarının dogmalarından kurtarmak adına ele almak mantıksızdır. Bir insanı batıl inançlarından ve inandığı ruhani fikirlerden kurtarmak için ona sadece bir makina olduğunu söylemek aptalcadır. Bu, onun kaderini değiştirme çabasını elinden almak olur. Bilimciler kafaları bulandıranları açıklamak ve üzerlerinde çalışabilmek için karşı çıkmaya heveslidirler. Tıpkı 1789’da burjuvaların Fransa’da, 1917’de komünistlerin Rusya’da iktidara gelmesi gibi, şimdi de bilim de iktidara geçti. Eski rejim yok oluyordu ve dünyalarına eski rejimi sokmak istemiyorlardı. Nasıl ki Papa’nın Güneş Sistemi hakkında konuşmaya hakkı yoksa, bilimin de dünyanın ve yaşamın amacı hakkında konuşmaya hakkı yoktur. Darwin, yadsınamayacak bilimsel gerekler bulmuştu. Fakat evrim sürecinde mekaniklik, materyalizmi savunamaz ve kanıtlayamaz. Aynı şekilde Lamettrie’nin insanların makine olduğunu söylemesi de ruhun olmadığını kanıtlamaz. Hiç kimsenin dünyanın sadece bir küre olduğunu, insanın sadece makina olduğunu ve başka hiçbir görevi ve anlamı olmadığını söylemeye de hakkı yoktur. Genç bir biolog olan Hans Driesch bir zooloji istasyonunda çalışıyor ve şüpheler duyuyordu. Aslında işin felsefi yanıyla değil, pratik tarafıyla ilgileniyordu. Driesch, canlı hücrelerin bir bütünlük içinde hareket ettiklerini araştırıyordu, bu davranış mekanik olamazdı. Böylece, anladı ki, organizmalar sadece bütün olarak ele alındıklarında anlaşılabilirlerdi. 10 yıl sonra bulgularını açıklamaya karar verdi. Ona göre canlı bir organizmanın en can alıcı ve amaçlı yanı tamamen kimyasından ayrılmıştır sanki farklı bir boyutta hareket etmektedir. Eleştirmenler, Driesch’ın ruh ve beden ile ilgili görüşlerini dini inanışların geri dönmesi olarak yorumladılar. Driesch buna karşı çıktı çünkü söyledikleri yapılan yorumlardan daha karmaşık ve ilginçti. 1908’de bilimi felsefe için terketmek hatasını yaptı ve böylelikle bilimadamlarını haklı çıkardı ve gerçek rengini gösterdi. 1941’de ölene kadar bilimadamları onu görmezden geldiler. Olan biten herşey Van Vogt ‘un “Doğru İnsan” teorisini inceleyerek önceden bilinebilirdi. Aslında bilim ve din çevreleri birbirinden farklı değiller.
Trofim Lysenko ‘nun öyküsü de tıpkı diğerleri gibi ironiktir. Rusya’da 1920’lerin sonlarında Lamarckizm’in bir çeşidi olan bir akım ziraatçi Michurin tarafından ortaya atıldı. İşi meyve ağaçları olan bu adam Stalin’in gözüne girmişti. Michurin’e göre elde edilen özellikler gelecek kuşaklara aktarılabilir kış buğdayı bahar buğdayına çevrilebilirdi. Bir başka yetenekli ziraatçi olan Lysenko ise bu metodu geniş alanlara uyguladı. Böylece 1930’larda Ruslar tarım alanında başarılı oldular. Lysenko, Stalin’in en sevdiği bilimadamı oldu. Bunun nedeni sadece başarı değildi, ayrıca Lysenko’nun felsefesi, propaganda için de çok uygundu. Lysenko’ya göre irsiyet birşey ifade etmezdi, önemli olan çevreydi. Bu yüzden tüm komünistler yeni nesiller için uygun bir çevre yaratmalı ve yeni Rus tipini oluşturmalıydılar. Bu umutlu görüntü tam anlamıyla Lamarckist bir tutumdu. Bernard Shaw da, 1900’lerin başından beri benzer şeyler söylüyordu. Ama Lysenko’nun özel bir yeri vardı. Diyalektik materyalizmin içinde yaşıyordu ve özgür iradeye ve amaca yönelik bir felsefeyi öğütlüyordu. 1936’daki bir bilim kongresinde bu çelişki absurd görünmeye başladı. Lysenko, Darwin ve Mendel’e dayanan evrim teorisinin aptalca olduğunu ve faşist bir görüşün ürünü olduğunu söyledi. Ona göre Sovyetlerin materyalist biyolojisi tüm idealist saçmalıkları reddederdi. Sıkı bir Mendelci olan Vavilov ise görüşlerini açıkladığında casus olarak tutuklandı ve hapiste öldü. Savaşın çıkmasıyla Rus biyologların katliamı biraz yavaşladı ama 1948’de Lenin Akademisindeki 5 biyolog Mendel’in irsiyet kanunlarını savunmakla suçlandılar ve sözlerini geri almaları istendi. Sonra kargaşa bitti.
Özgür iradeyi savunan Sovyet materyalistler, özgür iradeyi reddeden batılının idealistleri tarafından suçlandılar. Konuşma ve irade özgürlüğünü savunan Batı idealistleri Rusları özgür iradeye inanmayan kişileri hapsettikleri için suçlandılar. Sonunda Stalin öldü ve Khrushchev tarafından diktatörlükle suçlandı. Lysenko da şefinin kaderini paylaştı. Böylece Rus biyologlar optimist materyalizmden, pesimist idealizme geçtiler. İstediklerini düşünmekte özgürdüler fakat düşüncelerinde özgür irade yoktu. Aslında ne bilim ne de din gerçeklere sahip değiller. Bilim doğruya nesnel yönden yaklaşır ama din de bu şekilde yaklaşır. Basit insanların güce, itibar görmeye ve öz saygıya karşı bir eğilimleri vardır. Geçen dört yüzyıldır bilim doğruyu bilimsel metod içinde arama hayalinin kurbanı olmuştur. Bilimin tarihçesinde bu görüşün getirdiklerini ve götürdüklerini görürüz. Aslında bilimadamları da dinadamları kadar kavgacılar hatta karşıtlarını sindirmek için kişisel otoritelerini bile kullanabiliyorlar. Bütün bunlar bilimsel doğrunun ulaşılamaz olması anlamına mı geliyor? Tabii ki hayır. Newton belki de en saplantılı ve paranoyak bilimadamlarından biriydi. Hatta çalınacakları korkusuyla çalışmalarını yayınlamayı bile reddetmişti. Fakat Newton Kanunları bilimsel doğru adına dev bir anıttır. Bu gösteriyor ki, doğru ya da doğrulanan insan tipleri gerçekten büyük bilimadamları olabilirler. Fakat paranoya entellektüel değerin bir göstergesi de olamaz. Buradaki problem, bilimadamlarının dinadamları gibi dogmatik davrandıklarını görecek kadar öz eleştiri yapmamalarıdır.
Bilim evreni araştırmanın metodudur ve iyi bir araştırmacı ilk önce kendini arındırmalıdır. Evreni araştıran kişi araştırdığını düşündüğü evrenin bir çeşit hayali açıklamasını yapmaya çalışır. (Ptolemy’nin evren teorisinde dünya evrenin merkeziydi, yıldızlar ve diğer gezegenler dünyanın etrafında dönüyordu). Bu tür açıklama ve teorilere örnek diyebiliriz. Bilim tarihine bakarsak, bu tür teoriler kendisinden sonra gelen tarafından çürütülür fakat bu çok otomatik gerçekleşen, hızlı bir süreç değildir. Bilimadamları eski teorilerini bir tarafa bırakmaktan nefret ederler ve sürdürebildikleri kadar devam ederler. Yeni buluşları görmezden gelmeye çalışırlar ve onları yalanlarlar. İlginç bir deneyde kanıtlandığı gibi bizler evrenin sabit ve düzenli bir yer olduğuna inanmaya ihtiyaç duyarız. Dr. Anton Hajos, Innsbruck Üniversitesi’nde 1960’larda yaptığı deneyde herşeyi bozuk gösteren bir gözlük yaptı. Düz Çizgiler yuvarlak, açılar yamru yumru, şekiller tuhaf görünüyordu. Eşyalar olması gerektiği yerde durmuyor görünüyordu. Denek başını oynattığında ise eşyalar yer değiştiriyordu. Deneklere aynı anda gözlükler giydirildi ve bir süre sonra hepsi buna alıştı. Altı günün sonunda çizgiler düzleşti, eşyalar normalleşti ve gözlüğü giyenler dünyayı normal gördüklerine karar verdiler, hepsi birden alışmıştı. Gözlükler çıktığında normal dünyaya alışmakta güçlük çektiler ve ancak birkaç gün sonra kendilerine geldiler. İnsanlar fiziksel olduğu kadar psikolojik yönden de çok güçlü bir uyum mekanizmasına sahiptirler. İşte bu nedenle insanlar imkansız gibi görünen işlere uyum sağlıyorlar. Örneğin, korkunç bir doğal felaketten sonra bu yetenekleri sayesinde sil baştan yapabiliyorlar. Bu nedenle insanlar kendilerini uyumsuz hissettiklerinde yaşamaktan korkarlar. Temel bir güdümüz olan uyum, normal dışı gördüğü herşeyi yadsır ve hemen unutur.
Bu bir seçim değil, mekanizmanın sürecidir. Bu yüzden istisnalarla dolu bir dünya, kabusa dönüşür. Hepimiz okulun ilk gününde çektiğimiz sıkıntıyı hatırlarız çünkü çocukluğun o alışılmış kalıplarının dışına çıkmaktan korkarız. Hiç kimse çok fazla yeniliğe katlanamaz. Fakat yine de hiçbir istisnanın ve olağan üstünün olmadığı bir dünyada yaşamak sebze bahçesinde yaşamaktan farksız olurdu. Şairler ve edebiyatçılar genelde alkolik ya da madde bağımlısı olarak anılırlar Çünkü böylece fazla normallikten kaçmaya çalışırlar. Önemli olan bu iki ucun arasında bir denge oluşturmaktır. Bizler, bizi uyanık tutacak yeterince yenilik ve tuhaflığın olduğu ama bizi psikolojik bir bunalımdan koruyacak yeterli uyumun bulunduğu bir dünyaya gerek duyarız. İşte burada bilmeliyiz ki, değişik insanlar değişik uyum derecesine sahiptirler. Örneğin, Lethbridge davranış psikolojisi hakkındaki araştırmasında, aklın içinde bir başka bölüm olduğunu ve bu bölümün tüm cevapları bildiğini söylüyordu. “Uzaklık ve Zamanın Ötesinde” adlı kitabında şöyle yazıyordu; “Jung’un da söylediği gibi ruh, beyinden daha uyanık ve bilgilidir.” Ona göre Jung, şuurun bilinmeyen yönlerini açıklayan yegane kişiydi. Fakat hiçbir zaman Jung’u sistemli bir şekilde okuyup onun kollektif bilinçsizlikle ilgili neler söylediğini anlama gayretini göstermedi. Aslında Jung’un bölünmüş kişilik üzerine yaptığı çalışmalar Pierre Janet tarafından daha önce ortaya konmuştu. Böylece aklın bir kısmının bilinçsizken bile beyinden daha bilgili ve uyanık olduğu ortaya çıktı. İnsanı korkunç eylemlere iten tuhaf enerjiyi ve diğer davranış mekanizmalarını tam anlamıyla ortaya koymadan bilim adamlarından memnun edici doğaüstüne yönelik teoriler bulmalarını bekleyemeyiz.Buna benzer bir eleştiri Jung’a da yapılabilir. Kariyerinin ilk yıllarında içgüdüsel bir şekilde, üzerinde çalıştığı aklın bazı bölümlerinin durugörü ve parapsikolojiyle ilgili olduğunu kavradı. Ayrıca unutulmuş olan simya biliminin de parapsikolojiyle yakından ilgisi olduğunu anladı. Simya hakkında üç kitap yazmış olmasına rağmen, doğaüstü ve simyayı bağdaştıramadı çünkü bunun nasıl yapılacağını bilmiyordu. Belki simyanın bir metod olduğunu açıklayan Gurdjieff’in kitaplarını okusaydı bir ipucu bulabilirdi ama hiç ilgilenmedi. Evren ve doğa hakkındaki ipuçlarını, Lethbridge’den, Jung’dan, Janet’ten, simyadan, Astroloji’den ya da büyüden öğrenmememiz için hiçbir neden yok. Tabii istiyorsak...
Meşe Adası´nda olanlar
Para Çukuru aşılamıyor
Ünlü korsan Kaptan William Kidd´in gizli hazinesi, Shakespeare´in Bacon tarafından saklanan el yazması gerçek oyunları, İngilizler´le savaşan Fransızlar´ın ya da İngilizlerin Amerika´ya sakladığı hazineler, Vikingler´in gizli üssü, korsanların bankası, Avrupalılar´dan kaçan İnka veya Mayalar´ın altın stokları ve daha birçok uçuk kaçık iddia. Bütün bunlar Meşe Adası´ındaki garip Para Çukuru´nun sırrını açıklayamıyorlar. Ama Çukur orada duruyor ve 203 yıldan beri sürdürülen tüm çabalara rağmen içine girilemiyor. Para Çukuru öylesine aşılmaz ki, 2000´lerin eşiğindeki güçlü teknoloji bile yeterli olamıyor.
1795 yılının bir yaz gününde, genç bir delikanlı olan Daniel McGinnis, Nova Scotia´daki Meşe Adası´nda dolaşırken yerde garip yuvarlak bir çukur gördü.Üzerinde sanki bir makarayla çekilerek yerleştirilmiş gibi duran dallar vardı. Ginnes´in aklına yörede çok konuşulan korsan öyküleri geldi ve eve dönerek arkadaşlarına buluşunu anlatmaya ve daha sonra da çukuru araştırmaya karar verdi. Sonraki günlerde McGinnis, yanına John Smith ve Anthony Vaughan adlı arkadaşlarını alarak çukura geri döndü. Ama daha ilk çalışma saatlerinde şaşkınlığa düştüler, yüzeyin 60 cm kadar altında taşlarla örtülü bir delik vardı. Üç metre aşağıda ise giriş, meşe kütükleriyle boydan boya kapatılmıştı. Gençler çalışmaya devam ettiler, 6m. ile 9m. arasında aynı kütüklere rasladılar. Daha fazla devam edemediler, tekrar geri dönüp araştırmaya kararlıydılar ve plan yapmak için eve döndüler. Ama aradan sekiz yıl geçecek ve üç kaşif geri dönmeyeceklerdi. Olay bu arada duyuldu ve The Onslow Company adlı bir şirket araştırmayı üslenerek, çukuru kazmaya başladı. Sekiz yıl önce 9 metre derinliğe inilmişti, ilk aşamada 27 metreye ulaşıldı ve her üç metrede bir aynı meşe kütüklerinin bulunduğu anlaşıldı. 12 metreden sonra kütüklerin üstünde bir kömür tabakası vardı, 15 metrede bir kat camcı macunu, 18 metrede ise bir kat hindistan cevizi lifi bulundu. Ve 27 metreye gelindiğinde en garip şey keşfedildi, burada üzerinde bilinmeyen garip bir yazının bulunduğu bir taş vardı.
Ve işte Para ÇukuruTaş ve üzerinde bulunduğu meşe katmanı kaldırıldıktan sonra çalışmaya devam edildi ve o aşamada kuyuya su sızmaya başladığı görüldü. Ertesi gün kuyu yaklaşık 16-17 metreye kadar suyla dolmuştu, pompalama çabaları yetersiz kalınca çalışmalar gelecek yıla ertelendi. Bir yıl sonra ise, kuyuya paralel olarak derinliği 100 metreye uzanan yeni bir kuyu açıldı. Kuyuya ise artık "The Money Pit" yani "Para Çukuru" adı verilmişti. Bu yeni tünelden Para Çukuru´ndaki su boşaltılacaktı ama olmadı su gelip bu kuyuyu da doldurarak çalışmaları 45 yıl boyunca durdurdu. Bu bir Bubi Tuzağı idi. Şirket bu arada yaklaşık 150 metrelik bir su yolunu da keşfetmişti ve bu kanal Para Çukuru´ndan başlayıp Smith´s Cove denen yere bağlanmıştı, su ne kadar çabuk boşaltılsa da, deniz suyu gelip yine boşluğu dolduruyordu. Çünkü su yakındaki plajdan yani denizden geliyordu. Keşif daha karmaşık ve kusursuz planlar gerektiriyordu, çünkü Para Çukuru´nun bilinmeyen mimarları öylesine ustaydılar ki, aşmak mümkün olmuyordu.
Sonu gelmeyen derinlik
1849´da bir başka şirket ortaya çıktı ve Para Çukuru yine hatırlandı. The Truro Company adlı şirket bu amaçla kurulmuştu. Şirket yeni teknolojler kullanarak suyu yan kanallara akıtmayı başardı ve bunun için de özel matkaplar kullanıldı. 30 metre aşıldığında çok düzgün bir platformla karşılaşıldı. Burada üstte 10 cm kalınlığında meşe katmanı, altında da 55 cm kalınlığında metal parçacıklarından oluşmuş bir diğer katman vardı. Bunları 20 cm.´lik yeni bir meşe katmanı, ardından yine 55 cm.´lik yeni bir metal katman ve en altta da 10 cm.´lik yeni bir meşe katmanı izliyordu. Ardından tüm bunların tekrarlandığı yeni bir katmanlar grubu geliyordu. İşte tam burada içi para dolu olan iki fıçı veya sandık bulundu. Matkap geri çekilirken ucunda meşe kıymıkları ve hindistan cevizinden yapılmış halat parçacıklarına raslandı. Daha da ilginci bu aşamada üç küçük altın zincir baklasına da raslanmasıydı. Ama bu altın halkalar ortadan kayboldular ve kimse ne olduklarını bulamadı. Sonuçta her kat aşıldıkça Para Çukuru´nun daha derinlere indiği anlaşılıyordu. Bir grup araştırmacı derinliğin önceden belirlenmesi fikrindeydiler.
Çukur şirketleri batırıyor
The Truro Company bir yıl sonra, 1850´de yeni bir paralel tünel açtı ama yine su baskını başlamıştı tüm pompalama çabaları boşa çıkarken su akışının gelgite bağlı olduğu anlaşıldı. Ve o zaman farkedildi ki plaj sanılan kumsal da özel yapılmıştı yani yapaydı. Çukurun yapımcıları 45 metre uzunluğundaki plajı aşan bir kanal sistemi yaratmışlardı, sistem bir elin parmaklarına benziyordu. Her parmak bir kanaldı altı kil olan plajın altına kazılmış ve kayalarla şekillendirilmişti. Üzerlerine kıyılarda bulunan kayalar konulmuş, yılan otları ekilmiş ve metrelerce hindistan cevizi lifiyle kaplanmıştı. Aynı lifler aynı zamanda filtre görevi görüyorlar ve suyun getirdiği maddelerin kanalları kapaması engelleniyordu. Parmak kanallar iç karada deniz suyu ile dolu olarak eğimli başka bir kanala bağlanıyorlar ve yeraltından giderek 150 metre kadar ötede Para Çukuru ile birleşiyordu. Sonraki araştırmalarda yeraltı kanalının 120 cm. eninde, 60 cm. yüksekliğinde olduğu anlaşıldı. Kanal taşlarla desteklenmişti ve Para Çukuru ile 29 ile 35 metre arasında buluşuyordu. Truro Şirketi artık cevabı biliyordu, yapılacak tek şey kanalı kapatmaktan ibaretti. İlk olarak bir baraj inşa edildi, su akıtıldı ve kanallar söküldü ama o aşamada patlayan bir fırtınada baraj çökünce çalışmalar yine aksadı. Sonraki plan kazıyı sürdürmek ve çukurun su kanalıyla buluştuğu noktayı geçmekti ama bundan sonrası yapılamadı ve o tarih Truro Şirketi´nin Meşe Adası´ndaki sırrı aydınlatma çabalarının son günü oldu.
Ve yıkım
Hazine avı çabaları 1861´de kurulan Meşe Adası Birliği tarafından sürdülülecekti. Bu yeni şirket 30 metreye kadar çukuru iyice temizledi. İki yeni paralel tünel açma çabalarına girişildi, 40 metreye ulaşıldı ve sular tekrar içeri doldu. Tüm gayretle su durdurulmaya çalışılırken, bir felaket oldu ve çukurun tabanı çöküverdi. Su korkunç bir hızla gelerek, kuyuyu ağzına beş metre kalana kadar doldurdu. Herşey kuyunun içine düşmüştü. Sonraki yıllarda çeşitli şirketler gizemi çözmeye çalıştılar ama başarılı olunamadı. Yeni kanallar kazıldı, plaj doldurulmaya çalışıldı, yeni bir baraj yapıldı ama onu da bir fırtına yıktı. 1893´de Fred Blair isimli bir adam "The Oak Island Treasure Company" adlı bir şirket kurarak işe girişti. İlk olarak 1878´de keşfedilen ve Para Çukuru´nun yaklaşık 100 m. doğsunda bulunan mağara araştırıldı ve buranın da Para Çukuru ile ilişkili olduğu anlaşıldı. Belki Para Çukuru´nun gizemli yapımcıları bu kanalı, su kanallarını kazarken havalandırma amacıyla inşa etmişlerdi, iki kanal ya kesişiyorlar ya da birbirlerine çok yakındılar, buradan yani yeni tünelden yola çıkıldı ama olmadı. 18 metre aşıldığında sular içeri doldu ve çalışmalar bir kez daha durdu. İki yıl boyunca yeni tüneller kazıldı, daha çok pompa kullanıldı ama biryere ulaşılamadı. 1897´de Para Çukuru 40 metreye kadar temizlendi ve suyun aktığı giriş görülünce kayalarla giriş kapatılmaya çalışıldı ama suları hiçbirşey durduramıyordu, bir kez daha kuyuyu su bastı.
Yeni bir plan yapılarak, mağaradaki tüneldeki suların boşaltılması için dinamit kullanılacaktı. Beş ayrı yerde patlamalar gerçekleştirildi ama işe yaramayacaktı ve su Para Çukuru´nu eskisinden daha çabuk doldurdu. Bu arada matkap aracılığı ile yeni örnekler elde edilmişti ve yeni bir sürpriz yaşandı.
Sürpriz bir su kanalı daha...
39 metreden sonra tahta ve ardında demir örnekleri gelmişti. Bir ihtimal çokme sırasında bu tür materyalin biriktiği düşünüldü. Ağaç katmanın delinmesi için uğraşıldı ve demir parçalarının rasgele yayılmış oldukları anlaşıldı. Yani bunlar çökme sırasında yukardan düşmüşlerdi. 46-48 ve 52. metrelerde mavi kil vardı ve su ve kum içeriyordu, bir macun gibiydi ve daha önce raslandığı söylenen madde bu olmalıydı. Derken kil katmanlarının arasında önemli birşey bulundu, bu bir çimento katıydı. İki metre kalınlığındaydı, çevresinde 17 cm. yüksekliğinde ince duvarlar vardı. Bir kısmı ahşaptı, sonra boşluklar vardı ve arada da ne olduğu anlaşılamayan başka bir madde yer almıştı. Bundan sonra matkap yumuşak bir metal katmana ulaştı, altında 90 cm kalınlığında metal parçacıkları ve ardından yine yumuşak metal katmana ulaşıldı. Matkabın her geri dönüşünde gizeme yenileri ekleniyordu. Bir defasında matkabın ucunda koyun derisinden yapılma parşömen parçalarına raslandı; üzerinde "vi", "ui" ve "wi" harfleri görülüyordu, bunun ne olduğu hala bilinmiyor. Bütün bu olanlardan sonra adanın çok büyük bir hazineyi sakladığına artık daha çok inanılıyordu. The Treasure Company yeni bir gayretle yeni tüneller açmaya başladı ama su ne yapılırsa yapılsın yine geliyor ve çukuru dolduruyordu. Mayıs 1899´da yapılan keşif herkesi şoka soktu; ikinci bir su kanalı daha vardı. Güney yönünden geliyordu. Para Çukuru´nun dahi yaratıcıları çok daha öteleri öngörmüşlerdi. Bu yeni keşif sonunda aşağıda çok daha değerli birşeyin olduğuna iyice inanıldı, sadece bulunması değil bir daha asla ele geçmemesi düşünülmü olmalıydı. Blair ve The Oak Island Treasure Company yeni tüneller açmaya, örnekler çıkarmaya ve sulara gömülmeye devam ettiler ama artık yeni bir bulgu elde edilemiyordu. 1900 ile 1936 arasında sayısız çaba gösterildiama sonuç daima başarısızdı.
Yine yazılı taşlar ama ne yazıyor?
1936´da Fred Blair´e katılan Gilbert Hadden adada yeni bir soruşturma başlattı. Hadden çukurun yakınında daha eski başka kanallar keşfetti ve gelecek yaz aylarında yeni bir boşaltma projesinin planlarını yapmaya başladı. Bu araştırma sırasında da iki ilginç keşif yaptı. Birincisi daha önce bulunan üzeri yazılı kırık taş parçalarının benzerlerini 27 metrede yine ele geçirdi, ikincisi ise mağarada çok eski bazı kereste parçaları buldu. Bunların Para Çukuru´nun yapımcılarından kaldığı anlaşılıyordu ve keresteleri birleştirmek için metal yerine ağaç pimler kullanmışlardı. Daha sonra bu kerestelerin çok daha büyük bir yapının küçük parçaları olduğu düşüncesi ortaya atıldı. Bir sonraki hazine avcısının adı Erwin Hamilton´du, 1938´de işe başladı öncelikle eski tünelleri temizletti, yeni bir boşaltma sistemini geliştirdi. 1939´da boşaltma çalışmaları yaparken önce 58 metre derinlikte kaya ve çakılların bulunduğunu keşfetti, bunların dışardan geldiklerine yani oraya konulduklarına inandı. 54 metre derinlikte çalışırken ikinci bir keşif daha yaptı, burada bir kireç taşı katmanı vardı. Matkap yukarıya çıkarken yine meşe kıymıkları getirince kireçtaşlarının meşeyle beraber olduğu sonucuna varıldı.
Trajedi ve ağır iş makinaları adada
1959´a gelindiğinde Para Çukuru´nun başında bu kez Bob Restall ve ailesi vardı. Restall plajdaki kanal sistemini durdurmaya öncelikle kararlıydı, bu arada üzerinde 1704 yazan bir kaya parçası buldu. Arkadaşları bunun önceki ekipler tarafından yapılmış kötü bir şaka olduğunu söylediler ama Restall inanmadı, kayanın yapımcılar tarafından bırakıldığına inanıyordu. 1965´de olanlar oldu, Restall bir tüneli kazmaya çalışırken tünel çöktü ve içeri sular doldu, oğlu ve iki işçi onu kurtarmak için tünele daldılar ama dördü de dışarı sağ olarak çıkamadı. Boğularak ölmüşlerdi. 1965´de adada Bob Dunfield vardı ve buldozer veya maçuna gibi ağır iş makineleri kullanarak gizemi çözmeye kararlıydı. Önce mağaradaki tünele gelen suyu bloke etmek için işe girişti ve bunu başardı. Sonra adanın güney kıyısına bir hendek kazdı, umudu öteki su kanalına buradan ulaşıp durdurmaktı ama su kanalını bulamadı fakat doldurulmuş başka bir tünele rasladı, büyük olasılıkla yapımcılar tarafından yapılmıştı. 45 metre sürüyor ve sonra bitiyordu, neden yapıldığı belirsizdi. Daha sonra Dunfield çalışmaları matkaba yoğunlaştırdı, 43 metrede 60 cm kalınlığında kireç taşı katmanı vardı sonrası ise 1.2 metre kadar boştu. Boşluğun altı kayaydı. Bu bilgi 1955´deki matkap çalışmalarını anımsattı. Göründüğü kadarıyla burada büyük bir yeraltı mağarası vardı ve kireçtaşıyla kaplıydı.
Son keşifler
Dunfield´in ardından gelen Daniel Blankenship, 1966´da işe 14 metrelik yeni bir tünel açarak başladı ve elyapımı dövme demirden yapılmış bir çivi ve bir rondela buldu. 27 metredeki kaya katmanında durgun su birikimi oluşmuştu, bunun güneydeki su kanalından geldiğini varsaydı ama tüneli fazla ilerletemedi. 1967´de yine el yapımı bir çift makas mağarada bulundu ve makasların İspanyol-Amerikan yapımı oldukları, büyük bir olasılıkla Meksika´da yapıldıkları ve 300 yıllık oldukları belirlendi. Aynı yerde kalp biçiminde bir de taş vardı. Blankenship´in 1970´deki Triton Birliği´ne kadar süren araştırmaları sırasında mağarada daha birkaç ilginç şey daha bulundu. Triton grubu sıkı bir araştırmadan sonra ilk yapılan barajın yerini bularak, aynı yere yeni bir baraj inşa etti. Bu arada 60 cm. kalınlığında, 19 metre uzunluğunda kütükler keşfettiler, üzerlerinde Roma rakamları vardı ve bazılarında ağaç pimler veya çiviler bulunuyordu. Kütüklere karbon deneyi yapıldığında 250 yıllık oldukları anlaşıldı, adanın batı uçunda iki ahşap yapı bulundu, batı plajında dövme demirden çivilere ve metal kayışlara raslandı ve plajda iki metre derinlikte hiç kullanılmamış bir çift deri ayakkabı ele geçirildi.
Borehole 10-X ve bugün
Sonraki önemli keşif 1976´da Triton tarafından kullanılan Borehole 10-X ile yapıldı. Bu aygıt 72 metre uzunluğunda çelik bir tüptü ve Para Çukuru´nun kuzeydoğusunda 55 metre derinliğe çakılarak indirildi sonuç olumlu olunca Para Çukuru´nda işe devam edildi ve bu çalışmada 70 metrede yapay boşlukların bulunduğu belirlendi. Aynı derinliğe yollanan bir kamera çarpıcı görüntülerle geri döndü. Zemin kayaydı, üç sandık görünüyordu, çevrede çeşitli aletler vardı ve en inanılmazı ise bir yerde yatan bir insan bedeniydi. Bu görüntüler üzerine aşağıya balık adamların indirilmesi kararlaştırıldı ama çok şiddetli akıntı ve görüş alanının sıfır olması nedenleriyle bu da başarılamadı. Balıkadamlar kameranın indiği yere inemiyorlardı. Bu arada kameranın gidip geldiği yerin çöktüğü anlaşıldı ve bir daha aynı görüntülere ulaşılamadı. Ve bugün Blankenship ve Triton hala aramaları sürdürüyorlar. Gizem McGinnes´in çukuru bulmasından bu yana geçen 203 yıldan beri çözülmüş değil. Günümüzün üstün teknolojisi karşısında bile Para Çukuru umursamadan direniyor. Pek fazla duyulmuş olmamasına rağmen Para Çukuru, şu anda bile dünyanın en ilginç olaylarından birisi olma özelliğini sürdürüyor. Kimbilir, belki de gelecekte sır çözülecek ve belki de böylesine karmaşık ve neredeyse insanüstü bir yapının sadece hazine saklamak için yapılmadığı anlaşılacak ya da Para Çukuru´ndan bir başka yere, bilinmeyen bir yere geçilecek...
Aranıyor! Ölü veya diri...
Dünyada hiçbir lider onun kadar gizemli değildi. Adolf Hitler´in 1945´de sığınağında kendini gerçekten öldürdüğü hala kanıtlanmış delil aksine ortada çarpıcı ve önemsenecek iddialar var. Ve daha ötesi; savaştan sonra Hitler, dedikleri yapılmazsa, batıyı terörle tehdit etti mi? Ve günümüzdeki özellikle İsrail´e yönelik Arap terörünün ardında, Hitler´in planları ve finansmanı olabilir mi? Glenn B. Infield araştırdı.
1945´de Adolf Hitler´in ölümünden çok, Martin Bormann´ın veya eniştesi General Fegelein´ın ölüp ölmedikleri merak konusuydu. Hitler´in ve yanındakilerin son aylarını geçirdiği Berlin´deki yeraltı sığınağının bulunduğu bölge, Ruslar tarafından işgal edildiği için, İngiliz ve Amerikalı araştırmacılar ancak kısıtlı araştırmalar için izin alabilmişlerdi. Ruslar Hitler´in ve son günlerinde karısı olan Eva Braun´un kömürleşmiş vücutlarını bulduklarını ve dişlerinden kimliklerini saptadıklarını açıkladılar. Fakat, açıklama ve ortaya konan deliller öylesine yetersizdi ve acemiceydi ki, Hitler´in kesin olarak ölmüş olduğu kabul edilemedi. Hatta, Stalin dahi inanmıyordu, ona göre Hitler ölmemiş ve ortadan kaybolmuştu yani yaşıyordu. Ve nihayet, ilk ciddi araştırma izni Binbaşı Trevor-Roper başkanlığındaki bir ekibe verildi. Binbaşı, Karşı Casusluk Savaş Odası ve İngiliz Ren Ordusu adına yetkiliydi. Araştırma, 1945 yılının Eylül-Ekim ayları arasında, İngiliz, Fransız ve ABD işgali altındaki tüm bölgelerde sürdürüldü. Fakat kendi bölgelerinde araştırmaya izin veren Ruslar, Hitler´in intihar ettiğine tanık olduklarını söyleyen tüm sığınak personelini tutuklayıp, Rusya´ya yolladıkları için, en önemli ifadeler alınamamıştı.
"Hitler´in göğsüne saplanan şarapnel..."
Binbaşı´nın raporunda, önemli bir bölüm vardı ama sonraki yıllarda gözden kaçırılacaktı. Müttefikler tarafından sorgulanan tutuklular arasında bulunan Karl Heinz Spaeth adlı bir doktor inanılmaz şeyler söylemişti. Doktor, Adolf Hitler´in 1 Mayıs 1945´de sığınağın dışında yaralanarak öldüğünü iddia ediyor ve intihar etmediğini öne sürüyordu. Doktor, bir Alman paraşüt birliğinin doktoruydu, 1 Mayıs gününde, Hitler Sığınağı ile hayvanat bahçesi arasında kurduğu küçük bir seyyar hastanede çevredeki yaralılara tedavi etmeye çalışıyordu. İfadesini kendi anlatımından okuyalım;
"Saat üç civarıydı, biri gelerek Hitler´in yakında bulunduğunu söyleyince, hemen dışarı fırladım. Benim birliğimin komutanı olan Graf von Raiffenstein ile Teğmen Kurt Uhlik oradaydılar ve yanlarında Führer vardı. Karşı sokakta bulunan bir tank bariyerine doğru gidiyorlardı, birden uyarı sesleri duyuldu ve ardından karşı taraftan ateş açıldı, orada Ruslar vardı. Hitler uyarıyı nedense dinlemedi ve barikada doğru ilerlemeye devam etti, ardından vurularak yere düştü. Çevrede SS askerleri vardı, ateş açarak ilerlediler, bu arada ben de yoğun ateşten korunmak için saklanmıştım, birkaç dakika sonra beni seyyar hastaneme çağırdılar, Hitler oraya taşınmıştı. 10 cm. uzunluğunda, 8-10 mm. enindeki bir şarapnel parçası göğsüne saplanmıştı. Hemen durumu kontrol ettim, yara derindi ve her iki ciğeri de delmişti. Çok az sargı bezim vardı ve yapabileceğim birşey yoktu, yarayı sardım, bu arada Hitler sürekli inliyordu ve bilinci tam değildi. Acısını azaltabilmek için normalin iki katı dozda morfin yaptım ve oturup beklemeye başladık. Yarım saatte bir nabzını ve solunumunu kontrol ediyordum ve 1.5 saat sonra nefes almadığını farkettim. Kalp atışları üç dakika daha devam etti, artık bitmişti, SS şeflerine dönerek Führer´in ölmüş olduğunu bildirdim."
Speath´ın ifadesi buydu; daha sonra SS´lerin Hitler´in cesedini aldıklarını ve 2.5 kg patlayıcı ile havaya uçurup parça parça ettiklerini, ardından Rusların geldiğini ve yaralıları tedavi etmeye devam ettiğini söylüyordu. Araştırma komisyonu yetkilileri ve daha üsttekiler bu anlatımı önemsemediler, ya inanmamışlar veya doktorun yanıldığını düşünmüşlerdi ya da Speath´e göre Adolf Hitler bir kahraman gibi, gerçekten savaşarak ölmüştü ve bu da müttefiklerin işine gelmiyor olabilirdi. Trevor-Roper Raporu´na göre, Dr. Speath´a inanmak zordur, üstelik doktor da bir SS´dir ve belki de Hitler´in kaçtığını gizlemek için bu hikayeyi uyduruyordur. Her iki anlatımda da, yani sığınakta intihar edip, cesedinin yakılması ve yaralanıp öldükten sonra havaya uçurulması öykülerinin ikisinde de ortada kesin sonuç yoktur. Birincisinde, kömürleşmiş bir kalıntı, ikincisinde ise hiçbir şey yoktur. Acaba, Hitler kaçmış daha uygunu kaçırılmış olabilir mi?
İspanya´ya uçuş;
Bir iddiaya göre, SS´lerin son görevi Führer´in imajını korumaktı, bu nedenle herkes ölebilirdi ama Hitler ölmemeliydi. Zamanı gelince, yeni Nazi hareketinin başlatılması için Führer´in varlığı şarttı. Dünya, Adolf Hitler´in ölmediğini bilmeli ve korkmalıydı. Aslında SS´ler başarılı oldular; savaştan sonra uzun yıllar boyunca Nazi avcılarıyla ödül peşinde koşanlar Hitler´i arayıp durdular. 1968´de Sovyetler´in yayınladığı otopsi raporuna rağmen kuşkular giderilemedi. Üstelik bu kadar da değil; zira bir iddia daha var; biraz saçma, biraz da entrika dolu bir iddia; Bir SS subayı, Hitler´in bir Me-109 savaş uçağıyla Berlin´den İspanya´ya uçtuğuna tanık olduğunu iddia ediyordu. Araştırmacılar, bu iddianın mümkün olup olamayacağını ABD Hava Kuvvetleri yetkililerine sordular. Cevap, ne evet ne de hayırdı. Nuremberg mahkemelerinde aynı soru, Mussolini´yi bir dağın tepesinden kaçırmayı başaran ünlü SS generali Otto Skorzeny´e soruldu. Hitler özel komando birliğinin komutanı olan Skorzeny soruyu duyunca gülümseyerek; "Bu imkansız birşey, bizim Messerschmitt uçaklarımız bu kadar uzun menzilli değildir, üstelik savaşı kaybetmiştik." dedi. Ama adı saklanan SS subayı ısrarlıydı; savaş uçağının tek kişilik olduğunu ve aslında bir yolcu uçağına eşlik ettiğini söylüyordu.
Hitler şehit mi?
Trevor-Roper Raporu, ABD Hükümeti´ne sunulduktan sonra, Amerika´daki bir esir kampında bulunan George Albrecht adlı bir Alman, Hitler´in nereye saklandığını bildiğini ve açıklayacağını söylemek için müracaat etti. Albrecht, 1941 yılı noelinde, Rodenbeck´de tanınmış bir Nazi liderinin, bir diğer parti üyesiyle yaptığı konuşmaya kulak misafiri olmuştu. İki adam, bir yeraltı mağarasında Hitler´in çok özel bir birlik oluşturduğunu ve çok gizli bir radyo istasyonunun kurulduğunu konuşuyorlardı. Bu gizli üs, Rodenbeck´deydi. Albrecht´in iddiasından sonra, söylenen bölge karış karış arandı. Ama birşey bulunamadı. 1945 yılı başlarında, Amerikan, İngiliz, Fransız ve Sovyet yetkilileri hiç durmadan birbirlerinden Hitler´in ölü veya diri aranmasını isteyip duruyorlardı. Hitler´den sonra Almanya´nın başına geçen
Amiral Doenitz´le görüşen Tuğgeneral Clayton Bissell´in açıklaması da ilginçti; "Geçen Salı günü, General Marshall telefon ederek Dönitz´in Hitler´in öldüğünü resmen açıklamasından kuşku duyduğunu, ayrıca Alman halkının bir kısmının Hitler´i şehit kabul ettiğini, daha da kötüsü Sovyetler´le batılılar arasında bu yüzden zıtlaşmanın başladığını söyledi ve Dönitz, özellikle Alman halkının bölünmesinden endişeliydi." Oysa, Dönitz ve Marshall Hitler´in sığınağında öldüğünden emindiler. Ruslar´ın bulduğu kömürleşmiş cesedin Hitler´e ait olduğuna da inanmışlardı. Buna karşın General Eisenhower, 8 Ekim 1945´de "Stars and Stripes" adlı dergiye yaptığı açıklamada, Hitler´in sağ olabileceğini ve bizzat Stalin´in bulunan kömürleşmiş cesetten duyduğu kuşkuları paylaştığını belirtiyordu.
Hezeyan mı, yoksa?
Aynı yılda, Miami, Florida´dan Norman Stineman, "Chicago Daily Times" gazetesinden yazar Vincent de Pascal´a bir mektup yazdı; "Arjantin hükümeti yetkililerinin işbirliği ile Naziler Arjantin´de büyük endüstriyel alanları oluşturdular ve uzun menzilli roketler yaparak ABD´yi ve Brezilya´yı vurmayı planlıyorlar. Hitler, dev bir yeraltı üssünde saklanıyor, bu yer bir Alman´a ait olan dev bir çiftliğin altında gizli. Berlin´de bulunan Hitler ve
Eva cesetleri iki dublöre aitti, bu gizli yer Buenos Aires´in 450 mil yakınındadır. Aşağıya dev asansörlerle inilir, üssün duvarlarında foto-sel uyarı sistemleri vardır." Mektup, gazeteci tarafından FBI´a yollandı; İki ay sonra gelen cevapta FBI Başkanı J. Edgar Hoover´in imzası vardı; Başkan, "Hitler´in nerede bulunduğunu anlatan mektubun bir benzeri de Orlando´dan Dr. Landowne tarafından yollandı. Ama doktorun 97 yaşında, bir tarikatın ruhsal lideri ve kehanetlerde bulunduğunu öğrendik. Netice de, Hitler´in Arjantin´de bulunduğunu gösteren bir kanıt bulunamamıştır." diyordu.
Hitler savaştan sonra ABD´yi tehdit etti;
1947 Nisan ayında, ortaya yeni bir mektup çıktı; Werner Eckers adlı eski bir SS subayı tarafından Berlin ABD Bölgesi Askeri Valisi olan General Clay´a hitaben yazılmıştı; Hitler´in sığınaktan kaçarken yaralandığı doğruydu ama ölmemişti, sadece bir kolunu yitirerek Almanya´dan çıkmayı başarmış ve sonra yine geri dönerek saklanmış ve sessiz kalmayı tercih etmişti. Eckers, ayrıca kendisinin Hitler´in yanında bulunduğunu ve 17 sayfalık bir deklarasyonu dikte ettirdiğini yazıyordu. Deklarasyon Başkan Truman´a yazılmıştı ve 12 madde içeriyordu. Hitler, SS birliklerinin hala varolduğunu ve bir yeraltı terör örgütü olarak tehdit edici olabileceğini ve tekliflerinin kabul edilmesini istiyordu. 12 madde şöyleydi;
1. Bütün Nazi liderlerinin yargılanması hemen durdurulmalı.
2. 1 Nisan 1933´den beri üye olan Nazi Partisi, SA, SS ve Gestapo mensupları hemen affedilmeli.
3. Aynı af, ordu, polis ve güvenlik güçlerini de kapsamalı.
4. Oder-Niesse hattı, sınır olmayacak ve toprak talepleri reddedilecektir.
5. Alman halkının ihtiyacı olan yiyecekler ve diğer malzeme hemen sağlanmalı ve de Almanlar Bolşevikler´e teslim olmaya zorlanmamalılar.
6. Eski SA ve SS mensupları, Bolşevikler´e karşı bir güç oluşturmak için toplanmalıdır.
7. Esir kamplarında toplanan siyasi Nazi görevlileri hemen serbest bırakılmalıdır.
8. Nazi konsantrasyon kampları nedeniyle suçlanan görevliler müttefikler tarafından mahkeme edilmemeli, sivil mahkemelere devredilmelidir.
9. Bu özel mahkemelerde, ancak Almanya´ya ihanet eden von Papen, Schacht ve von Seydlitz gibiler yargılanmalıdır.
10. Tüm yabancılar ve yahudiler hemen Almanya´yı terk etmelidir.
11. Başka ülkelerde esir bulunan tüm Alman askerleri hemen serbest kalmalıdır.
12. Eski Alman kolonileri geri verilmeli, buralara Alman göçmenler yollanmalı ve Alman halkının Almanya dışına göçü hemen kısıtlanmalıdır.
Hepsi bu mu? denesi geliyor. Führer çok ciddi görünüyor, eğer mektup ve Hitler´in yaşadığı iddiası gerçekse, tehdit geçerli olabilir. Beyaz Saray, bu deklarasyonu gerçekten aldı ama hiç tepki vermedi. Ama bir görüşe göre, bazı çok önemli SS liderleri serbest bırakılmış veya aranmalarından vazgeçilmişti, hatta Nazi suçlularını arayan yahudi örgütlerine verilen destek kısıtlanmıştı. Yine bu görüşe göre, günümüzün felaketi olan terörün ardında Hitler´in çok gizli SS örgütü ve finansı bulunmaktadır, ABD yapabileceğini yapmış ve Avrupa ile daha çok ilgilenmek istememiştir. Roosevelt´in aksine daha içe dönük olan Başkan Truman, Amerika´nın daha çok zarar görmesine karşıdır.
Tanıklar nerede yalan söyledi?
Adolf Hitler´in ölü veya diri olduğu iddiaları kitaplar doldurabilir. Mayıs 1945´de Rusların kurduğu Strausberg Kampı´nda esir olan Alman Dr. General Walter Schreiber´in anlattıkları gerçekten çarpıcıdır; Schreiber, 29 Nisan 1945´de Reichstag´daki (Nazi Şansölyelik binası) yeraltı hastanesinde cerrahlık yapıyordu. Ruslar tarafından tutuklanıp kampa götürüldükten sonra orada Hitler´in SS koruması Otto Günsche ile karşılaştı. Günsche, Hitler´in cesedini gördüğünü ve yakılmasında görevli olduğunu açıklamıştı ama Schreiber´e anlattığı öykü farklıydı; Hitler´i ölü olarak görmediğini, olanların çok farklı olduğunu ve gerçeği bilmediğini söylüyordu. Schreiber, Hitler´in özel pilotu Hans Baur´la da konuştu, Baur Hitler´in öldüğünden emindi ama cesedini görmemişti. Yine aynı kampta bulunan Hitler´in özel uşağı Heinz Linge, Hitler ve Eva´nın cesetlerinin yakılmasına yardım ettiğini resmen açıklamıştı. Schreiber kararlıydı, gizemi çözmek istiyordu ve Linge´yi kendi barakasına aldırmayı başardı; birkaç hafta sonra Linge konuşmaya başladı; Führer´in veya karısının cesetlerini hiç görmemişti, öldükleri söylenmişti, sadece halılara sarılmış iki cesedin sığınağın dışına taşındığını görmüştü. İçinde kimlerin bulunduğunu bilmiyordu. Linge, Günsche ve daha birkaç önemli tanık 1956´da Moskova´daki Lubianka Hapishanesi´nden serbest bırakıldıktan sonra eski hikayeyi tekrarlamaya devam ettiler, Schreiber´e söyledikleri inkar ediyorlardı. Gizem yine çözülmemişti.
Gizem aydınlanamıyor;
1953´den sonra yaygınlaşan "Yalan Makinesi" nin bu konuda çok kullanıldığı biliniyor. ABD yetkililerinin kaç kişiye bu testi yaptığı ve ne sonuç aldığı bilinmiyor. Ayrıca Naziler´den 23 yıl sonra 1968´de Sovyetler´in neden aniden Hitler Otopsisi´nin sonuçlarını açıkladığı da bilinmiyor. Sovyet bildirisinde, otopsiden sonra cesedin yakıldığı ve küllerinin tarlalara atıldığı da belirtiliyordu. Hitler Berlin´de ölmedi mi? Güney Amerika´ya kaçmayı başardı mı? Metresi ve son günlerinde karısı olan Eva Braun yanında mıydı? Ortada kesin tanımlanmış ne bir ceset, ne de bir mezar vardı. Bu kuşku daima sürecek ve gizem asla aydınlanamayacak, kaçtığı iddiası da aynı şekilde aydınlanmayacak. Gerçeği bilen var mı? Evet, gerçeği eski SS´ler biliyorlar ama hiç konuşmadılar ve belki bir ikisi dışında artık yaşamıyorlar. Nazi Almanyası´nın, Führer´i ve tüm zamanların en gizemli lideri Adolf Hitler, 1945´de ölmediyse, bugün yüz yaşın üzerinde olmalı yani artık yaşamıyor. Ama ya iddialar doğruysa? 1990´ların batıya yönelik terör dünyasının ardında Hitler´in ve sadık SS´lerinin intikamı yatıyor olabilir mi?
Nessie´den haber var!
İskoçya´daki Ness Gölü´nün dünyaca ünlü canavarı Nessie yine ortaya çıktı. Bir öğretmenin çektiği fotoğraflar ve turistlerin gözlemleri gölde birşeyin olduğu şüphesini tekrar uyandırdılar. Nessie miti sürüyor, acaba turistik potansiyel mi provake ediliyor, yoksa Nessie yine evine mi döndü?
Ness Gölü´nden haber var; daha da doğrusu Nessie´den haber var; İskoçya Göller Bölgesinde İnverness´de öğretmenlik yapan Austin Hepburn pop-canavarı gördüğünü ve fotoğraflarını çektiğini söylüyor. İşte genç öğretmenin anlattıkları;
"17 Ağustos 1996 Pazar günü, öğleden sonra saat 16:00 sularında İnverness´e balık tutmaya gidiyordum. Yanımda geçen Mayıs´da bir arkadaşımdan doğa manzaraları çekmek için ödünç aldığım zoomlu Patricia tipi fotoğraf makinesi vardı, Ness Gölü kıyısında birkaç resim çekmek için durdum, o anda birşey görmemiştim. Daha sonra Torness yolu üzerinde her zaman alabalık avladığım Duntelchaig Gölü´ne gitmeye karar verdim, Torness yolu Duntelchaig Gölü´ne yönelmeden önce Ness Gölü´nden 400 m. yükseklikte bir yokuş vardır. Tepeyi çıktım ve sağıma baktığımda gölün durgun, cam gibi olduğunu görünce fotoğraflamaya karar verdim. Uygun yeri ayarladım, yaklaşık 4 km. ötedeki Urquart Sarayı´na kadar olan panoromayı görüntüleyecektim. Rüzgarsız, açık bir gündü, objektifi ayarlarken, suların üstünde yavaş yavaş ilerleyen gemi izine benzer birşeyin gittiğini gördüm, gölün tam ortasında, izin arkasında kayığa benzer bir şey vardı ama kımıldamıyordu ve çevrede de başka bir kayık veya turist botu görülmüyordu, o orada birkaç fotoğraf çektim. İçime bir korku düştü çünkü cisim gidiyordu, daha yaklaşabilmek amacıyla aşağıya doğru epey koştum ama kıyıya hakim bir yere yaklaşamıyordum daha çok mesafe vardı. Gölün akıntısı kuzeybatıdan güneydoğuya doğrudur ama sudaki kuzeye doğru gidiyordu, göründüğü kadarıyla yürüme hızında ilerliyordu, kımıldamayan boş kayık ile karışılaştırılırsa sudaki iz, kayığa göre 2-2.5 m. genişlikte olmalıydı. Bulunduğum son noktadan makinenin zoomunu ayarlayarak bir kez daha baktım, suyu bölen siyah birşey vardı, tuhaf alışılmamış birşeydi ve anladım ki bu bir gemi izinden çok farklı bir izdi. Yıllardır balık avlarım ve gölde yüzen herşeyi tanır ve uzaklardan ayırd edebilirim. Az rüzgarlı havalarda bile sudaki nesneleri anlayabilirim ve o gün hiç rüzgar yoktu ve de su kıpırtısızdı. O anda, genişlikleri 2-3 m. arasında olan üç nesneyi veya çıkıntıyı fark ettim ve kaybolmadan önce beş resim çektim. Sonra hemen aşağıda, bir turist otobüsünün durduğunu gördüm, içinde Alman ve Hollandalı turistler vardı. Onlar da gölü işaret ediyorlardı. Daha sonra kıyıda bulunan bir grup Kanadalı turistin de, cismi kameralarıyla görüntülediklerini öğrendim."
"Gölde dev birşey yüzüyordu."
Ertesi gün bölgedeki gazeteciler, Kanadalı turistlerden Ron Davies´le görüştüler, Davies önceki gün öğleden sonra eşiyle beraber kıyıda bir saat kadar piknik yaptıklarını anlatıyor ve şöyle diyordu; "Herşey sakindi, birden kıyıya dalgalar vurmaya başladı, gölün ortasında birşey yüzüyordu, kayık, gemi benzeri bir araç ortada yoktu. Saat tam 13:00´dü, kameramla görüntüyü aldım ama açıkçası pek fazla üzerinde de durmadım, ta ki siz gelip Nessie´yi hatırlatana kadar, çünkü efsanelere inanmıyorum ama sudaki o iz alışılmış birşey değildi." Buna karşın, Davies inanmasa dahi, Ness Gölü´nde yaşayanlar için canavar Nessie bulunmaz bir nimettir çünkü bölgeye sayısız turist çekmekte ve ticari potansiyeli arttırmaktadır. Ama ilginçtir ki, yöre halkı Nessie´ye pek inanmamaktadır, yine de içlerinde ilginç olaylar yaşayanlar da yok değil; bunlardan birisi de Michelle Smith´di; "Sekiz yaşımdayken, Ness Gölü kıyısındaki İnverness´e yakın olan Dalchreichart´da yaşıyordum, hergün okul otobüsüyle gölün yanından geçerdim, gölün bir gizemi vardı, her yaz otobüsler dolusu turist gelirdi ve bazen de okul otobüsümüzde turistlerle beraber gider gelirdik, bir gün okula giderken otobüsdeki çocuklar birden "Nessie" diye bağrıştılar ve turistler hemen resimler çekmeye başladı. Evet, su da birşey gidiyordu ama neydi? Her söylentiye inanmıyorum ve turistlerin çok saf olduklarını görüyorum, herşeye inanıyorlar. Buna karşın, yıllar önce bir Şubat gecesinde bir arkadaşım ve babasıyla beraber arabayla eve dönerken, gölde yaklaşık 100 m. uzaklıkta, 8-10 m. uzunluğunda ters dönmüş bir kayığa benzeyen bir şeyin suda gittiğini gördük, arkadaşımın babasından durmasını istedik ama o aldırmadı ve boşverin, diyerek yola devam etti. Ertesi gün yine oraya gittim ama suda duran kayık gib birşey yoktu, hatta yakında bile yoktu. Sonra bir korucu suda gece giden bir teknenin muhakkak ışıklarının açık olması gerektiğini söyledi. Bunu hiç unutmuyorum, orada büyük ve canlı birşey vardı ve gidiyordu ama neydi? Şimdi artık Nessie´nin olabileceğine inanıyorum."
"Nessie bir yumuşakçadır ve kalıntısı olmaz."
Northumberland´da bulunan Ness Haberleşme Servisi´nin işi sorulara cevap vermektir. En çok sorulan iki soruya şöyle cevap veriyorlar; Nessie büyüklüğündeki bir yaratık bu kadar küçük bir gölde nasıl beslenebilir ve neden bu yaratığın benzerlerinin ve atalarının kalıntıları bulunamıyor? Deniz radarı ölçümlemelerine göre, su altı yaratıklarının önemli bir kısmı, daha büyük bir hayvan tarafından yendikleri için azalmıştır. Eldeki araçlar, gölün sadece genel yapısını incelemiş, kenarlarını, tüm tabanını ve girintilerini çıkıntılarını incelememiştir. Ölçümlerde yılan balıklarının gittikçe artmakta olduğu da görüldü. Daha önce ölmüş yaratık artıklarının bulunamamasını Servis, gölün suyunun aşırı soğukluğuna ve derinliğinin tahminlerin çok ötesinde olmasına bağlıyor. Ayrıca da, Nessie tipi dev bir yaratığın ölüsünü parçalayabilecek başka büyük canlılar da gölde bulunmuyor. Yazar Ted Holliday, Nessie´yi bir tarih öncesi canavar olarak tanımlıyor ve türünün Tullimonstrum dönemi sonrasındaki dev yumuşakça olduğunu belirtiyor. Bu dev yumuşakçaların, dipteki kum birikintilerinin içindeki besinlerle beslendiklerini ve öldüğü zaman da iskeleti olmadığı için kalıntı bırakmadan yumuşak doku olarak dağılacağını da ekliyor. Kim ne derse desin, Nessie ve Ness Gölü efsanesi hala sürüyor, eğer Titanik´e ulaşan, 10.000 m. derinliğe gözlem aygıtları yollayabilen teknoloji bir gün Ness Gölü´ne dikkatlerini çevirirse ortaya muhakkak birşeyler çıkacaktır. Ama acaba yöre halkı ve ticari çevreler bunu isteyecek midir? Çünkü birçoklarına göre, efsanelerin basit açıklamalarla sona ermeleri, pek hoş değildir.
Van gölü´nden önce Nessie vardi
Loch Ness gölü´nün büyüklüğü 5260 hektar, buzlu dağların vadilerinden gelen nehirlerle besleniyor. Suyunun güzelliği ile ünlü. İnverness Bölgesi’nin çok önemli bir özelliği daha var, burada bulunan yüzlerce göl yeraltı tünelleri ve su kanallarıyla birbirine bağlı. Bu gerçek ortaya bir başka düşünce çıkarıyor. Acaba Nessie gölden göle geçerek dolaşıyor muydu? Belki de bu yüzden sürekli görülemiyordu. Sayısız kez su yüzeyinin hemen altında kütlesel hareketlerin başladığı belirlendi. Hem de sismik cihazlar aracılığı ile tesbit edildi ama Nessie bir daha görülemedi. Bu arada 15.Yüzyıl’da çizilmiş şövalyelere ait bazı çizimler ortaya çıktı ve bunların birinde Loch Ness’de bulunduğu belirtilen bir deniz ejderhası resmedilmişti. Öyleyse, efsane çok eskiydi.
"Sahile doğru geliyordu"
MS 565´e kadar geri dönüyoruz, canavardan ilk söz eden kişi İrlandalı Aziz Columba´ydı. Aziz Columba sandalla karşı sahile geçerken canavar suların içinden yükseldi, ağzı açıktı ve kükrüyordu. Böylece 1400 yıllık bir efsane başlıyordu, yüzyıllar boyunca öğretmenler, denizciler, rahipler, bir Nobelli bilim adamı, muhasebeciler ve daha sayısız inandırıcı tanık...Tümü Loch Ness Gölü´nün canavarını gördüler ve anlattılar. Yüzyılımızda zoologlar ve doğa bilimciler onu görmek için çok çaba gösterdiler ama Loch Ness Canavarı´nı daha onu aramayanlar gördü. Örneğin, bir ormancı olan Lachlan Stuart 1951 yılında bir sabah erken saatlerde ineğinden süt sağarken, gözü göle ilişti. Suyun üzerinde üç büyük kambur vardı, hareket ediyordu ve sahile doğru geliyordu. Stuart eve koşarak, fotoğraf makinesini ve bir yakınını yanına alarak geri döndü ve canavar yok olmadan önce tek bir kare resim çekebildi. Bu fotoğraf daha sonra diğer fotoğrafların yanında yerini alacaktı. 1960´da fotoğrafçı Tim Dinsdale ilk hareketli filmi çekti, kendisi bir havacılık mühendisiydi, göl kıyısındaki küçük bir teknede yaşıyordu.
Bir garip fotoğrafçı
1961 yılında BBC Radyosu Loch Ness Gölü’nde, dev bir deniz yılanının görüldüğü haberini verince büyük olay başladı.1970 yılına kadar birçok kez Nessie´yi görenler oldu ve hala tartışılan fotoğraflar, filmler çekildi. Ama henüz uzmanlar ortaya çıkmamıştı. Derken 1971´de bir bomba patladı; Lenny adlı bir fotoğrafçının Loch Ness’de çektiği birkaç makara film Daily News Gazetesi’ne verilmişti. Filmler banyo edildikten sonra bir tarafta unutuldu; ta ki bir zaman sonra Doc Shiels adlı bir editörün eline geçinceye kadar. Shiels, filme baktığında Nessie´nin çok belirgin fotoğraflarının çekilmiş olduğunu gördü. Bir tanesini banyo etti ve ortaya dünyaca ünlü fotoğraf çıktı. İşte gizem ve modern mit bu noktada başladı; Önce çektiği fotoğrafları bir köşeye atan fotoğrafçı Lenny arandı ama bulunamadı. Üstelik adamı kimse tanımıyordu. Tek bilinen şey kırk yılda bir gazeteye çektiği fotoğrafları getirip bıraktığı ve bir zaman sonra yine gelip parasını istediğiydi. Hiçkimse nerede oturduğunu bilmiyordu; Lenny bir daha hiç gelmedi ve asla bulunamadı, neyi gördüğü ise kendisine sorulamadı. Ardından fotoğraflar gazete arşivinden yokoldu, ortalık birbirine girdi ama sonuç yoktu, negatifler ve basılı resimlerin bulunduğu zarf sanki uçmuştu. Aynen çok belirgin olduğu söylenen bazı UFO veya uzaylı filmlerinin kaybolmaları olaylarında olduğu gibi...Geriye sadece resimleri ilk bulan Shiels´in elindeki fotoğraf kalmıştı. Ne olmuştu? Gizem hala çözülmüş değil, ama Nessie artık iyice efsane olmuştu. 1961 yılında Loch Ness Fenomenini Araştırma Bürosu kuruldu. İki doğabilimci, bir parlamento üyesi biraraya gelerek büroyu organize ettiler. O güne kadar elde edilen herşeyi tüm dokümantasyonu toplayıp, biraraya getirdiler. Bu olay ciddi bir araştırma döneminin başlangıcıydı.
Bilim Nessie´yi kabul ediyor.
1960´da garip bir olay daha yaşandı, 15 metrelik Finola Yatı gölde dolaşırken, geceyarısı birdenbire sarsıldı. Yattakiler suya baktıklarında suların yükselip alçaldığını ve yüzeyin hemen altında büyük bir cismin hareket ettiğini gördüler. Teknenin altında birşey vardı ve canlıydı. Sonra birden herşey sakinleşti. Kimse ne olduğunu anlayamamıştı. Finola olayı kayıtlara geçen en önemli olay oldu. Ama hemen ardından yapılan araştırmalar sonuç vermedi; Nessie yoktu. 1969´da modern cihazlarla donatılmış Pisces ve sonarı olan tek kişilik Viperfish denizaltıları gölü olabildiğince taradılar. Önceleri birşey bulunamadı ama Pisces, Urquhart Şatosu´nun kıyısından geçerken derinliğin değiştiğini farketti. Dalış yapılınca dev bir su altı mağarasının varlığı bulundu. İçine girmek mümkün değildi. Burası Nessie´nin evi miydi? Belki ama o yoktu, sonra efsanenin sonu diye bir açıklama yapılarak araştırmadan vaz geçildi. Ekim 1975´de doğabilimci Sir Peter Scott canavarın varolduğunu açıklayınca ortalık yine karıştı. ABD´den Massachusetts Araştırmalı Bilimler Akademisi Başkanı Akademi´den Robert Rines, 16 mm´lik bir sualtı kamerasıyla her 75 saniyede bir çekim yaparak gölü taradı. Ama yine Nessie´ye raslanmadı.
Bu arada İngiltere Hükümeti, Vahşi Hayvanları Koruma Yasası´nı uygulayarak Nessie´yi koruma aldığını ilan etti. Yine 1975 yılında, Amerika´da Boston´da bulunan Bilimler Akademisi’nden gelen uzmanlar foto-sonar tekniği ile çektikleri su altı fotoğraflarını bilgisayar aracılığı ile resimlediler ve bir bomba daha patladı; teknoloji bir yaratığı yakalamıştı. Nessie vardı ve yaşıyordu... Aynı yıl ünlü "National Geographic Society" bir araştırma düzenledi. Sonarla tüm göl tarandı ama birşey bulunamadı fakat gölde balık sayısının çok az olduğu görüldü. Uzmanlara göre gizemli Nessie dinozorlar çağından kalma bir Plesiosaur´du ama nasıl ve nerede yaşıyordu? Fakat, daha öteye gidilemedi. Sir Peter Scott´a göre Nessie balıkla besleniyordu ve 70 milyon yıllık bir canlıydı.
Nessie yakalanıyordu ama para yetmedi...
1987 yılında, 24 motorlu tekneden oluşan bir filo sonarlarla gölü tarayarak araştırdılar. Araştırma sırasında, 60 metre derinlikte hareket eden büyük bir cismin varlığı saptandı. Ya Nessie bulunmuştu ya da dev bir fok oradaydı. Ama araştırma sürdürülemedi, o ana kadar yaklaşık 1 milyon Pound harcanmıştı, ötesi finanse edilemedi. Gizem çözülememişti. Aslında Nessie tek değildi. Kuzey İskoçya´nın başka göllerinden de canavar ihbarları uzun zamandır gelmekte. Gairloch ve Cromarty´de ormanlarda yaşayan gri renkli dev bir yaratıktan söz ediliyordu, hatta üç adam saldırıya uğramışlardı. Bir diğer göl olan Loch Morar´da olduğu söylenen Mhorag, tariflere göre, bir fil biçiminde, 9 metre uzunluğunda, dört kamburu olan, yılan başlı, dört ayaklı bir yaratıktır. İrlanda´da da göl canavarları bölgesel folkörün bir parçasıdır, bu geleneksel inanç, İskandinavya´da, İzlanda´da ve hatta ABD´de de British Columbia kıyılarında da görülür. Tüm bunları harita üzerinde işaretlerseniz bir canavar kuşağının oluştuğunu görürsünüz. Kısacası Loch Ness´in Nessie´si yanlız değildir, binlerce yıllık bir inancın belki de yaşayan bir simgesidir. Ama bu kuşağın içine ne yazık ki Van Gölü girmiyor tabii ortada bir gramlık gerçek varsa...
Aradan yıllar geçti, sayısız araştırma yapıldı, su altı araçları indirildi, balık adamlar gölün hemen her tarafını taradılar ama birşey yoktu. Nessie yine kayıplara karışmıştı. O günden beri Nessie görülmedi, şimdi Loch Ness’deki Nessie Araştırma Kurumu hala çalışıyor, birçok turistik reyon var ve Loch Ness dünyanın en çok turist çeken yerleri arasında ilk ona giriyor. Nessie uzmanların ulaştığı sonuçlara göre vardı, şimdi yok veya bir başka yerde ya da dev yeraltı tünellerinin birisinde ölüp kaldı. Bir başka ihtimal daha akla gelmiyor değil, eğer uydurma değilse ve çok küçücük bir doğruluk payı varsa Nessie acaba Van Gölü’nde mi! Dünya sayısız gizemle dolu, ama ortaya iki sonuç çıkıyor; birincisi alışılmışın ötesinde her an her şey olabilir; ikincisi ise, batının turizm konusundaki inanılmaz başarısı; oysa Anadolu’muz da neler yok ki? Görmesini ve kullanmasını bilene...
Medyumların iç yüzü ve öteki dünyadan gelenler
Medyumluk özel bir yetenektir, hiç kimse sonradan belli bir eğitimle medyum olamaz. Üstelik kendilerine medyum adını takan insanların hemen hemen % 99’u sahtekardır. Bu geniş araştırmada gerçek medyumları okurken, bildiklerinizle karıştırmamanız gerektiğini de öğreneceksiniz. Aynı anda anda bilimin karşısında yer alan, dünyanın en ünlü medyumlarının yaptıklarını okuyacaksınız.
Kuşkucuların en sevdikleri uğraş medyumların foyalarını ortaya çıkarmaktır, aslında medyumların sahtekarlıkları, hileleri ve şarlatanlıkları öylesine çoktur ki, bazen inananlar dahi işin içinden çıkamazlar. Bazı medyumlar ise zihin avcısıdırlar, telkin yöntemleriyle inançlıları avlarlar ve kullanırlar. Gerçekte bu tür medyumların yetenekleri yoktur, tüm amaçları belli hileleri kullanarak ticari amaçlara ulaşmaktır. Gerçek medyumların öylesine abartılı ticari amaçlara yöneldikleri pek görülmez, daha çok istenen veya sorulanın aksine verdikleri ezoterik, felsefi ve bazen de akademik bilgilerle dikkat çekerler ama bunları değerlendirmek, sınıflandırmak ve saçmalıklardan arındırmak ayrı bir uzmanlık işidir. Ruhçuluk araştırmacılarının genel amacı, medyumların belirsiz ve saptırılmış veya çarpıtılmış iddialarını kurnaz bir müşteri tavrıyla ayıklayabilmek ve az da olsa bazen oluşabilecek kitlesel hipnoz olgusunu yakalayabilmektir. Buna karşın literatür incelendiğinde görülür ki, benzer testler yapılarak doğal olayların, çoğu zaman doğadışı tanımlandıkları görülmüş, zeki medyumların geçmişte ve günümüzde kalıcı etkiler ve izler bıraktıkları ve bu şekilde de tarafsız gözlemcileri dahi atlattıkları görülmüştür.
Gerçeklerden kaçılamıyor
Saygın bir gazeteci olan John G. Fuller, araştırdığı olayların can alıcı noktasının daima dışarda kaldığına dikkat çekerken;
“Deneylerde çok ikna edici gözüken nokta, yaşamın ebediliğinin rasyonel bir sonuç olduğu ve olası ilişkinin varlığıydı. Bu koşullanma tarafsızlığı bozuyor ve gözlemci inançla, inançsızlık arasında sıkışıp kalıyordu. Bir diğer sorun ise söylenenlerin sıkıcı ve bıktırıcı yığınlar halinde hızla birikmesiydi; bir matematik veya kimya çalışmasında gereken özenin ve titizliğin zaman gözetmeksizin ortaya konması elzemdi...”
Fuller, İngiltere Kilisesi adına özel araştırmalar yaparken, yıllarca İngiltere’nin en tanınmış medyumları ile beraber oldu. Sonuçta Kilise’nin baskılarına rağmen, açıkladığı sonuç şaşırtıcıydı; Fuller 1939’da bitirdiği raporunun sonunda şöyle diyordu;
“Ruhsal ilişkiler hipotezi tam olarak gözlenip, araştırıldığında bazı olayların doğmamış ruhlardan kaynaklandığı veya en azından birisinin böyle olduğu söylenebilir.”
Kilise açısından çok tehlikeli olan bu rapor, 1979 yılında serbest bırakılıncaya kadar, “Çok Özel ve Gizli” damgasını yiyerek Lambeth Sarayı’nda 40 yıl saklandı. Batı dünyasında gerçek medyumların toplumdan kaçındıkları, tanınmak istemedikleri, para almadıkları ve aktivitelerini çevrelerinde yaşayan birkaç kişiyle paylaştıkları görülmektedir. Spiritüalizm literatürü bu tür insanların kendi kendilerine bastırdıkları kitaplarla doludur, anlatılanlar çevreleri tarafından onaylanmış ve süregelmiştir. Ticari amacı olmayan bu kişisel yayınların aslında bir misyon kimliği altında ortaya konulduğu görülür veya bir ruhsal celse ortamının kuşkulu ortamının yerine, bilinmeyen birinin yazdığı kitabın sayfaları getirilmektedir. Birçok ünlü ve inatçı medyum ise, kişisel çalışmalarını yıllarca saklamakta ve belgelerin ilk elde kalması yolunu seçmektedirler. Burada medyumun psikolojik yapısı rol oynar, ya yazdıklarını yayınlamanın dünya çapında çok fazla önem taşımadığının bilinçindedir, ya da oluşturduğu gizemden hoşlanmaktadır; buradaki inancında samimi olabilir ve bu şekilde seçilmişliğini vurgular. Tabii aynı anda, yakın çevresindekiler de seçilmişlik giysisine ister istemez bürünürler.
Beyaz Saray’ın medyumu Lincoln’dü
Ruhsal ilişkilerini bireysel yayınlarla ortaya koyanlar arasında çok ünlü isimler dikkat çeker. 1943’de II. Büyük Savaş’da İngiliz Hava Kuvvetleri’ni yöneten Mareşal Lord Dowding ile İngiliz bilim adamı Sir Oliver Lodge’un yazdıkları kitaplar bu türdendir. Amerikan İç Savaşı sırasında Başkan Abraham Lincoln, Beyaz Saray’da ruhsal celseler düzenlerken, yine II. Büyük Savaş sırasında Sir Winston Churchill’in en yakın dostlarından birisi ünlü bir medyumdu. Kraliçe Victoria, yıllar boyunca John Brown adlı bir trans medyumu aracılığı ile ölmüş kocasıyla ilişki kurmaya çalıştı; amacı çocuklarıyla kocasının iletişimini sağlamaktı. Günümüz İngiltere Sarayı’nın Ana Kraliçe’si yıllardan bire medyum Lillian Bailey aracılığı ile son Kral VI. George ile ilişki kurma çabasındadır. En ilginci ise, gazeteci Arthur Findlay’a göre Vatican’da da uzun yıllardan beri ruhsal seansların yapıldığıdır. Ölü insanların ve ölü hayvanların görünmeleri, levitasyon olayları, yoktan varolan cisimler yanı aporlar ve iletilen özel bilgiler tamamiyle sahte değildirler, aralarında onaylanmış ve sahteliği asla kanıtlanmamış birçok olay bulunmaktadır ve bunlar fizik medyumluğun tartışılmaz kanıtları olarak kabul edilirler. Ve bu yetenek başka alanlarda da etkin ve yetkin olmaktadır. ABD’de bulunan Pink Panther Society ile İngiltere’deki Gwen Byrne Örgütü kayıp çocukları araştıran iki önemli uluslararası kuruluştur. Kuşkucu bir kadın olan Gwen’in ve ekibinin önünde kayıp olan ve ölü ilan edilen 9 yaşındaki bir çocuğun görüntüsü yapılan 100 seansın sonucunda ortaya çıkmış ve medyum tarafından nasıl kaçırılıp, öldürüldüğü anlatılmıştı ve olayın araştırmasında herşeyin yüzdeyüz doğru olduğu anlaşıldı. Ama bu büyüleyici olay yeterli olmaz çünkü medyumlarla, araştırmacılar arasındaki işbirliği çoğu zaman yanıltıcı psiko-riskler taşımakta ve aşırı duyarlılıklara neden olmaktadır. Bu ise istenilen birşey değildir; Öte yandan konuşulduğunda en önemli şey medyumluk kariyerinin ve yetisinin düzeyini koruyabilmektir. Burada ego ve arzular medyumun yeteneğini azaltabilir ve geleneksel olarak düzeyini yitiren medyumun gelişmemiş veya az gelişmiş ilkel ruhlar düzeyine düştüğüne ve sadece onlarla ilişki kurduğuna inanılır. İşte yanıltıcılık riski burada başlar. Gerçekte yetenekleri tartışılamayan ve yaptıklarına açıklama getirilemeyen aynı zamanda da her tür gözlemci ve kuşkucu tarafından defalarca test edilen medyumların sayısı bilindiği kadarıyla çok azdır ve ancak birkaçı örnek olabilir.
Mucize adam; Mirabelli
Kuşkusuz ki, Brezilyalı fantastik medyum Carlos Mirabelli (1889-1950) örneklerin başında gelir. Carlos Mirabelli tüm zamanların en iyi medyumu kabul edilmektedir. 2 Ocak 1889’da Brezilya, Sao Paulo, Botucatu’da doğdu. Ruhsal yetenekleri çok küçük yaşlarda ortaya çıktı ve gittikçe gelişerek “Mirabelli Mucizeleri” adını aldı. 1930’larda, cisimleri hareket ettiriyor, gündüz saatlerinde veya uyurken ruhsal görüntüler oluşturuyordu. Sanroki yıllarda ruhsal celseler düzenleyerek, öteki dünya ile ilişkiler kurdu. Aralarında dönemin önemli bilim adamları olan, Miguel Karl, Eurico de Góes, Carlos de Castro ve Thadeu Medeiros’un bulunduğu bir grup uzman Mirabelli’yi uzun süre deneylere tabi tuttular ve sonunda bir şarlatanlık olmadığına karar verdiler. Dünyanın her yerinden gelen bilimcilerin tanıklığı ile gözle görülür medyumik olaylar gerçekleştirmişti; Mirabelli’nin yeteneği ne bugüne kadar tekrarlanabildi, ne de ona yakın yetenekte bir diğer medyuma raslandı. 1927 yılında Brezilya’da yayınlanan “O Medium Mirabelli” adlı 74 sayfalık kitapçıkta, Mirabelli’nin gün ışığında yüzlerce tanığın önünde yeteneklerini sergilediği ve Brezilya’nın sosyal ve bilimsel çevrelerinde olay haline geldiği yazmaktadır. Tanıkların arasında, Brezilya Devlet Başkanı, Devlet Sekreteri, iki tıp profesörü, 72 doktor, 12 mühendis, 36 avukat, 89 resmi görevli, 25 subay, 52 banker, 128 iş adamı, 22 diş hekimi ve çeşitli inançlara mensup din görevlileri bulunuyordu. (Kaynak: Zeitschrift fuer Parapsychologie, 1927baskısı) Böylesine önemli bir başka örnek yoktur; Mirabelli aralarında Devlet Başkanı’nın da bulunduğu çok önemli insanların karşısında sınanmış ve yirmiden fazla bilim adamı tarafından test edilerek yeteneği araştırılmıştı. 1927 yılında bir dizi deneyden sonra kurulmasına karar verilen Ruhsal Araştırmalar Akademisi “Academia de Estudos Psychicos” geliştirdiği metodu Avrupalı medyumların da sınanması amacıyla yayınladı. Akademi’nin araştırmacıları üçe bölünmüştü; bir grup trans medyumu yani konuşan medyum ile 189 oturum yaparken, diğer bir grup otomatik yazıcı medyumlarla 85 olumlu, 8 olumsuz oturum gerçekleştirdi. Üçüncü grup ise fiziksel fenomenleri araştırıyordu, 63 olumlu, 47 olumsuz oturum yapıldı. Olumlu 40 oturum gün ışığında, 23’ü normal elektrik ışığında medyum bağlanarak yapılmış, daha önce ve sonrasında oda tamamiyle aranmıştı (Kaynak yazar Brian Inglis). Mirabelli temel eğitim görmüş, normal bir bilinçe sahip ve doğduğu yörenin şivesiyle konuşan bir insandı ama transa girdikten sonra 26 dil konuşuyordu; bu dillerin arasında Almanca, Fransızca, Felemenkçe, dört İtalyan diyaleği, Çekçe, Arapça, Japonca, İspanyolca, Rusça, Türkçe, İbranice, Arnavutça, çeşitli Afrika diyalektleri, Latince, Çince, modern Yunanca, Polonyaca, Suriye-Mısırca ve Antik Yunanca vardı. Ayrıca Mirabelli transtayken, tıp, hukuk, sosyoloji, politik ekonomi, politika, teoloji, psikoloji, tarih, doğal bilimler, astronomi, felsefe, mantık, müzik, ruhçuluk, okültizm ve edebiyat konularında saygın ve ciddi konuşmalar yapıyordu (Kaynak: Greber 1970). Bir diğer olay fakültedeki deneylerde yaşandı, Mirabelli 28 ayrı dilde yazıyordu; oturuyor, yazmaya başlıyor ve usta bir yazarın yazma hızını iki defa aşan bir hızla yazıyordu. İşte örnekler;
• 15 dakikada Polkça 5 sayfalık “Polonya’nın Yeniden Doğuşu”nu,
• 20 dakikada Çekçe 9 sayfalık “Çekoslovakya’nın Bağımsızlığı”nı,
• 12 dakikada İbranice 4 sayfalık “Slander”i,
• 40 dakikada Persçe 25 sayfalık “Büyük İmparatorlukların Dengesizliği”ni,
• 15 dakikada Latince 4 sayfalık “Ünlü Çeviriler”i,
• 12 dakikada Japonca 5 sayfalık “Rus-Japon Savaşı”nı,
• 22 dakikada Surca 15 sayfalık “Allah ve Peygamberleri”ni,
• 15 dakikada Çince 8 sayfalık “Buda için Apoloji”yi,
• 15 dakikada Sur-Mısırca 3 sayfalık “Hukuğun Kökenleri”ni,
• 32 dakikada hiyeroglifle 3 sayfalık ama ne olduğu hala deşifre edilemeyen bir text yazdı.
Elle tutulan hayaletin nabzı atıyordu
Mirabelli inanılmazdı, Sao Vicente’de bir grup tanığın önünde yapılan bir seansta oturduğu koltuktan iki metre yükseldi ve o durumda iki dakika havada durdu. Anlatılan bir diğer olay daha da şaşırtıcıdır, Luz Tren istasyonunda arkadaşlarının ve diğer yolcuların gözlerinin önünde birden kayboldu, 15 dakika sonra 90 km uzaktaki Sao Vicente’den istasyonu telefonla aradı. İki dakika sonra herkesin gözü önünde tekrar ortaya çıktı. Ama şimdi okuyacağınız olay daha da çarpıcıdır; Üniversite laboratuarlarında yapılan bir seans sabah saat 9:00’da başlamıştı, deney odasında bulunan gözlemcilerin arasında bulunan on kişi bilim doktoru ünvanına sahipti. Mirabelli transa girer girmez tam önünde küçük bir kız çocuğu belirdi. Odada bulunan Dr. Ganymede de Souza şok geçiriyordu, kız birkaç ay önce ölen kendi kızıydı ve üzerinde gömülürken giydirilen elbise vardı. Gözlemcilerden Albay Octavio Viana, kıza dokundu ve nabzını hissettiğini söyledi ve küçük kız sorulan sorulara normal sesiyle, normal cevaplar veriyordu. Fotoğraflar çekildi ve araştırma raporuna eklendi. Sonra küçük kız solarak veya erir gibi yavaş yavaş kayboldu; olay gün ışığında 36 dakika sürmüştü. Deney devam etti; bu kez deney odasında ortaya çıkan görüntü bir ay önce bir deniz kazasında ölen Rahip Jose de Camargo Barros’du, Rahip odadakilerle konuştu, tamamiyle maddeseldi, kalbi atıyordu, doktorlar dişlerine, karnına ve parmaklarına dokundular, sonra o da kayboldu. Bilim adamlarının dili tutulmuştu, yaşadıkları olayın anlamını aramayı bırakmışlar, hayretle kendileri gibi bir insana benzeyen Mirabelli’nin farkının ne olduğunu merak ediyorlardı. Deneyler devam ettirildi. Santos kentinde yapılan deneyler, öğleden sonra saat 03:15’de başlatıldı. Salonda 60 tanık vardı, tanıklar daha sonra olanların yazıldığı raporu hep birlikte imzaladılar. Yine bir görüntü oluşmuştu; bu kez yeni ölen saygın doktor Bezerra de Meneses karşılarındaydı, ölü doktorun görüntüsü uzun uzun konuşarak, tanıkların kendisiyle konuştuklarından emin olmalarını istedi. Sesi çok geniş olan salonun her yerine megafonla iletildi ve fotoğraflar çekildi. 15 dakika süreyle iki doktor o bedeni muayene ettiler ve sonuçta anatomik olarak karşılarında normal bir insanın bulunduğunu açıkladılar. Bu arada ölü doktor bazı izleyicilerle el sıkıştı ve sonra kaybolmaya başladı. Önce ayakları sonra sırasıyla bacakları, karnı, kolları ve sonunda başı yok oldu. Tüm deney sırasında Mirabelli oturduğu koltuğa sıkı sıkı bağlıydı, kapılar ve pencereler özel bir mühür basılarak özenle kapatılmıştı. Çekilen fotoğraflarda ölü doktorla beraber Mirabelli’de açıkça görülüyordu. Bir diğer seansta Mirabelli tanıklarının gözlerinin önünde birden kayboldu ve yandaki odada ortaya çıktı, oysa bağlıydı ve ipler hala çözülmüş olarak üzerindeydi ve de kapılarda, pencerelerde bulunan mühürler bozulmamıştı. Mirabelli, medyumlar evrenin en olağanüstü örneği olarak daima anımsanacaktır ve sırrını beraberinde hep ilişkide olduğu öte yana götürdü.
1856 Ağustosunda bir gün, kuzeybatı Almanya'da Neander Vadisi'ndeki bir taş ocağında, bir işçi kireçtaşı içinde mağara ayısına ait olabileceğini düşündüğü bazı kemikler buldu. Bulduklarını o yörede öğretmenlik yapan, doğa tarihine meraklı Johann Fuhlrott'a göstermek için bir kenara ayırdı.
Fuhlrott, ayı kemiklerinden çok daha önemli bir olayla karşı karşıya olduğunu hemen kavradı. Kafatası hemen hemen bir insanın kafatası boyutlarındaydı ama farklı bir biçime sahipti, alnı daha basıktı. Gözlerin üzerinde kemik çıkıntısı vardı, geniş basık bir burun, iri ön dişler ve eğik bir sırt görülüyordu. Bulunan kemiklere bakılırsa, onların sahibi olan yaratık, normal insanlardan daha kısa, bodur ve çok daha güçlüydü ama yine de bu kemikler bir insan iskeletini andırıyordu. Fuhlrott, kemiklerin çok eski jeolojik tortuların arasında bulunmuş olmasının, onları daha da önemli kıldığını anlamıştı.
Öğretmen, Bonn Üniversitesi'nde anatomi profesörü olan Hermann Schaaflhausen ile temas kurdu. Profesör de kemiklerin olağandışı olduğunu kabul etti. Daha sonra, bunların "bugüne dek bilinmeyen doğal bir yapı" olduklarını söyleyecekti. Gerçekten de Schaaflhausen, işçinin bulduğu ve Neandertal olarak adlandırılacak olan iskeletin, yeni -daha doğrusu çok, çok eski- bir insan tipi olduğuna inanıyordu. Hatta, Schaaflhausen, Neandertallerin modern insanın eski atası olduğundan bile kuşkulanmış olabilirdi.
Eğer profesör ve öğretmen, buluşlarının bilimsel çevreler tarafından onurlandıracağını ummuşlarsa, büyük bir düş kırıklığı yaşamış olmalılar. Darvin'in evrim teorisini öne sürdüğü Türlerin Kökeni'nin yayınlanmasına (1859) daha üç yıl vardı. Bilim insanlarının çoğunluğuna göre, insanın bırakalım şu kemiklerin ait olduğu türü, bir başka türden evrimleştiği fikri tam bir saçmalıktı. Zamanın önde gelen patologu, Rudolf Virchow, kemikleri inceledi ve bunların pek bilinmeyen bir hastalıktan ölen normal bir insana ait olduğunu açıkladı. Diğer uzmanlar da bu kervana katıldılar.
Ne var ki, on dokuzuncu yüzyılın sonunda, Darvinizm artık bilimsel çevrelerin çoğunluğuna egemendi. Fransa'da Gabriel de Mortillet gibi bazı bilim adamları, kemikleri yeniden inceleyip, modern insanın Neandertallerden türediğini öne sürdüler. Fransa, Belçika ve Almanya'da daha çok Neandertal kalıntısının bulunması, savlarını güçlendirdi. 110 bin ile 35 bin yıl öncesine ait olan fosiller, ya hastalıklı ya da modern insan olduklarını öne sürerek, bu türü göz ardı etmeyi olanaksız kılmıştı.
Ama bir başka Fransız'ın, Marcellin Boule'nin başını çektiği bilim insanlarının çoğunluğu, Neandertallerin insanın atası olduğunu hala inatla reddediyordu. Boule, iskeletlerin eski olabileceğini kabul etmekle birlikte, kendisiyle akraba olamayacaklarını söylüyordu. Boule, bu bükük dizli, kambur, eğik belkemikli Neandertallerin insandan çok, insansı maymun olduğunu ileri sürdü. Ona göre, eğer modern insanın onlarla herhangi bir ilişkisi olmuşsa, bu ilişki her kim olurlarsa olsunlar, bizim gerçek insan atalarımızın bu "yozlaşmış türü" yeryüzünden silmesiyle sınırlı olmalıydı.
Yirminci yüzyılın büyük bölümünde bilimsel ayrılık sadece derinleşti. Bir yanda ilkel olsalar da Neandertalleri doğrudan atamız olarak gören Mortillet'nin izleyicileri vardı. Diğer yanda, Boule gibi, Neandertalleri en iyimser tahminle uzak kuzenlerimiz, yerlerini modern insana bırakmaya mahkum bir evrimsel çıkmaz sokak olarak görenler vardı. Ancak, bilimciler son birkaç yıldır bu derin ayrılığı gidermeye yeni yeni başladılar.
Boule'un izleyicilerinin, yirminci yüzyılın uzunca bir bölümünde bile Neandertalleri göz ardı edebilmesinin tek nedeni, insanın atası olarak çok iyi bildikleri ve güvendikleri kendi adaylarım öne çıkarabilmekti. Bu aday 1912'de keşfedilen ve daha sonra bir sahtekarlık olduğu anlaşılan 'Piltdown' insanıydı. Charlos Dawson adlı bir amatör fosil avcısı, Piltdown kemiklerini İngiltere'de, Sussex'te bir çimenlikte buldu ve kemikler anında sansasyon yarattı. Neandertal kafatasının tersine, Piltdown'unki birçok açıdan modern insanınkine tıpatıp uyuyordu. İlkel görünen sadece maymunlarınkini andıran dişlerdi ama burada bile üstleri düzleşmiş dişler kafatasına insan özelliği katıyordu. İşte bu Boule'un kendi atası olarak kabul etmekten mutluluk duyabileceği türdü!
Sorun Piltdown insanının bir sahtekarlık olmasıydı. Birisi, belki de Dawson bir modern insan kafatasından parçalar almış, bunları bir orangutanın çene kemikleriyle birleştirmiş ve kemiklerin iyice eski görünmesini sağlamak için boyamıştı. Törpülenen dişler araştırmacıları yanlış yola sürüklüyordu. En sonunda, 1953'te bilim insanları dişleri mikroskop altında incelediklerinde törpü izlerini açıkça görebildiler.
Şimdi bilimde ağırlık, Neandertallerin insanın ataları olduğuna kaymıştı. Bilimciler, onların bizden ne kadar farklı olduğunu vurgulamak yerine, benzerlikler üzerinde odaklanmaya başladılar. 1957'de iki Amerikalı anatomisi, William Straus ve A. J. E. Cave, Boule'un Neandertalleri vahşi ve insantürü dışında tanımlamasına kaynaklık eden, hemen hemen aynı fosili yeniden incelediler. Bu, 1908'de Güney Fransa'da bir mağarada bulunan La ChapelleauxSaints fosiliydi.
Straus ve Cave'in ilk dikkatini çeken, La ChapelleauxSaints insanının raşitik olmasıydı. Bu Boule'un da gözünden kaçmamıştı ama etkilerini göz ardı etmişti. Straus ve Cave'e göre, raşitizm Neandertallerin dik duruşuna kanı oluşturduğundan, Neandertal insanın diğer bölümleri bir anda modern insandan çok farklı görünmedi. İki anatomisi, buradan eğer Neandertal insanı "yeniden yaratılabilse ve yıkanmış, tıraş olmuş bir şekilde ve modern giysilerle, New York metro istasyonuna bırakılsaydı, şehrin diğer sakinlerinden daha çok dikkat çekmezdi" sonucuna vardı.
Piltdownsonrası dönemde, Neandertallerin görünüşleri kadar davranışlarının da yeniden değerlendirildiğini gördük. 1960'larda Amerikalı antropolog C. Loring Brace, Neandertal aletleri, teknolojisi ve örgütlenmesiyle ilgili yeni çalışmalarıyla yeni bir yol açtı. Örneğin, Brace, geride bıraktıkları küllerin yapısından. Neandertallerin yiyeceklerini, daha sonra gelen insaniarmkinden çok farklı olmayan alçak çukurlarda pişirdikleri sonucunu çıkarmıştı. Diğer antropologlar, birçok Neandertal kalıntısının bilinçli bir şekilde gömüldüğünü ve bunun tartışılmaz bir biçimde insanlara özgü bir uygulama olduğunu bildirdiler. Ayrıca, çeşitli Neandertal alanlarında özenle sıralanmış kemiklerin bir çeşit kurban törenine işaret ettiği görülüyordu ve Yugoslavya'daki Krapina alanında Neandertal kemikleri yamyamlık izlenimi verecek şekilde parçalanmıştı. Bunlar ne denli dehşet verici olursa olsun, kesinlikle insana özgüydü.
Neandertallerin yüceltilmesi, 1971'de Ralph Solecki'nin Shanidar diye bilinen bir Irak mağarasındaki çalışmalarını yayınlamasıyla doruğa çıktı. Oradaki bir Neandertal mezarlığından alınan toprak örneklerinde, rüzgarın taşıyabileceği ya da hayvanların getirebileceğinden çok fazla, olağandışı yüksek miktarda dağ çiçeklerinin polenlerine rastlandı. Solecki, buradan Shanidar Neandertallerinin mezarlık alanlarına çiçek bıraktıkları sonucuna vardı ve kitabına "The First Flower People" (İlk Çiçek Çocukları) adını verdi. Solecki, orada gömülü yaşlı birisine ait kemiklerden adamın sağ kolunun olmadığının ve kör olduğunun anlaşıldığını belirterek, bunların Neandertallerin insan olduğunu gösteren ek bir kanıt olarak kabul edilmesi gerektiğini bildirdi. Bu durum aile ya da klan üyeleri tarafından bakılmaması koşuluyla kesinlikle adamın erken ölümüne yol açmış olmalıydı.
Solecki'nin kitabıyla birlikte, Neandertallerin dönüşümü tamamlanmıştı. Boule'un imgelemindeki kuyruksuz iri maymuna benzeyen vahşiler olmaktan çıkıp, şimdi bir çeşit hippilerin ilk örneğine, modern insanlardan birçok yönden daha insani özellikler taşıyan bir topluluğa dönüşmüşlerdi. Aynı zamanda, modern insanın Avrupa ve Ortadoğu'da Neandertallerden ve başka bölgelerdeki benzer eski insanlardan evrimleştiğini öne süren "çok merkezli evrim" teorisi olarak bilinen teorinin doruk noktasıydı bu. Ama Neandertal imgesi (ve onunla birlikte, çok merkezli evrim teorisi) bir başka darbenin eşiğindeydi. Bu kez saldın arkeolog ya da antropologlardan değil, moleküler biyologlardan gelecekti.
Biyologlar, ne fosiller ne de arkeoloji ya da antropoloji hakkında yeterli bilgiye sahipti. Ama kalıtım materyalinin Mitokondriyal DNA ya da kısaca mtDNA diye bilinen küçük bir kesiti konusunda yeterince bilgileri vardı. Berkeley Üniversitesi biyologlarından oluşan bir ekip Rebecca Cann, Mark Stoneking ve Allan Wilson insan mtDNA'sının mutasyon süresini hesapladı ve 1987'de insanın kökenini yaklaşık iki yüz bin yıl öncesine tarihlendirdi.
İnsan soyunun bu hipotetik anasına uygun bir isim de bulundu: Havva.
Artık elimizde insanın yeni bir atası vardı ve Piltdown'un tersine, bu bir sahtekarlık ürünü değildi. Eğer biyologlar yanılmamışsa ve Havva iki yüz bin yıl önce yaşamışsa, o zaman modern insan, bilim insanlarının eskiden düşündüğünden yüz bin yıl önce tarih sahnesinde boy göstermiş olmalıydı. Bu ilk modern insanların Neandertallerin soylarının tükenmesinden uzun zaman önce İber Yarımadası 'nda bulunan fosillerden daha yirmi sekiz bin yıl öncesine kadar bazı Neandertallerin hala yaşadığı sonucuna varıyoruz ortaya çıkmış olduğu anlamına geliyordu.
Neandertallerin atamız olduğunu savunanlar zor duruma düşmüştü. En başta, eğer bazı Neandertaller, bazı modern insanlardan daha yeniyse, o zaman daha eski bir türün daha yenisinden türemesi epey olanaksız görünüyordu. Eğer bugün mümkün olduğunun anlaşıldığı gibi, Neandertallerin ortaya çıkışından önce bile modern insanlar görülmüşse, o zaman modern insanın Neandertallerden evrimleşmesi tam anlamıyla olanaksızdı.
Yeni tarihleme yöntemleri, modern insanın Neandertallerden çok daha eski olmasa bile, onlar kadar eski olduğuna dair daha çok kanıt sağladı. Bilimciler, eski tahminleri hemen hemen doğrulayarak, Neandertallerin yaklaşık altmış bin yıl önce, Ortadoğu'nun çeşitli bölgelerinde yaşadığını tahmin ettiler. Ama modern insanla ilgili yeni tarihlemeler gerçek bir şok yaratmıştı: Modern insanının Ortadoğu'da yaklaşık doksan bin yıl önce, yani eskiden düşünüldüğünden çok daha önce yaşadığı ortaya çıkmıştı.
Bu arada, arkeologlar yüz bin yıllık, bazı tarihlemelere göre, iki yüz bin yıllık modern insan kalıntıları buldukları Afrika'nın Sahraaltı bölgelerinde yeniden tarihlendirme çalışmalarına da başlamışlardı. Biyologların Havva'nın yurdunun -Cennetinin- Afrika olduğuna ilişkin bulguları buna tıpatıp uygun düşmüştü.
Cann, Stoneking ve Wilson, modern Afrikalıların mtDNA'sının diğer ırklarınkinden çok daha büyük bir çeşitlilik gösterdiğini buldular. Bunu, Afrikalıların çok daha uzun bir evrimleşme süreci geçirmesine bağladılar; bu yüzden ilk insanlar Afrikalı olmalıydı.
Dolayısıyla, "Afrika'dan çıkış" teorisi olarak bilinen teoriye göre, insan soyu önce Afrika'da ortaya çıktı, sonra Ortadoğu'ya yayıldı ve en son Avrupa'ya ulaştı. İnsanlar daha sonra geldikleri iki kıtada, daha ilkel Neandertallerle karşılaştı ve sonuçta insanlarla temasa geçen diğer birçok türün de yazgısını paylaşan Neandertaller tükendi. 1990'ların başında, egemen teori haline gelen "Afrika'dan çıkış" senaryosu, çok merkezli evrimin yerini almıştı.
Çok merkezli evrime son darbe, 1997'de yine moleküler biyologlardan geldi. Matthias Krings ve Münih Üniversitesi'nden çalışma arkadaşları, gerçek bir Neandertal'in -aslında, Fuhlrott'un orijinal Neandertal insanının- kol kemiğinden küçük bir parçadan mtDNA numunesi almayı başardılar. Daha sonra, Neandertal mtDNA'sını yaşayan insanlarınki ile karşılaştırarak, araştırdıkları 379 diziden 27'sinde farklılık saptadılar. (Tersine, diğer modern insanlarınkinden çok daha büyük bir çeşitlilik gösteren, Afrikalıların DNA'sı birbirinden sadece 8 dizide farklılık gösteriyordu.) Krings, Neandertaller ve modern insanlar arasındaki genetik uzaklığın, Neandertallerin atamız olmasını çok büyük ölçüde olanaksız kıldığı sonucuna ulaştı.
Bölgesel sürekliliği savunanlar bu kanıtların hiçbiri karşısında pes etmediler. Genetik ve tarihlemeye dayanan kanıtların geçerliliğini sorgularken, 1999'da, kendi yaptıkları büyük buluşlardan biri onları sırtlarından vurdu. Lizbon'un yaklaşık yüz otuz kilometre kuzeyinde, Portekizli arkeologlar yarı-insan, yarı-Neandertal olduğu ortaya çıkan 24.500 yaşında bir erkek çocuğunun iskeletini buldular. Çocuk anatomik bakımdan modern insana özgü bir yüze sahip olmakla birlikte, gövdesi ve bacakları Neandertaldi. Çocuğu an Neandertallerin tükendiği bir tarihten sonraki zaman dilimine yerleştiren tarihleme, çocuğun Neandertal ve modern insanın melez kuşaklarının atası olduğunu gösteriyor gibiydi.
Çok merkezli evrimi savunanlar, eğer Neandertaller ve modern insanlar melezleşmişse, Afrika'dan çıkış teorisinin yandaşlarının ileri sürdüğü gibi, bu durumun, birbirlerinden o kadar uzak olamayacaklarını gösterdiğini söylemekte gecikmediler.
Portekiz keşfi, her iki tarafı uzlaşmaz görünen kanıt ve teorileri savunmaya zorlayarak, tartışmayı daha sivri uçlara kaydırabilirdi. Bir ölçüde bu gerçekleşti: İki görüşü de öteden beri savunanlar yeni bulguyu ya selamlamak ya da göz ardı etmek için kuyruğa girdiler. Ama, belki de, tartışma odağı değişmeye başladığı için eski keşiflerden sonrasına kıyasla söylemleri bir parça yumuşamıştı. Bilim insanları, artık Neandertaller ya da diğer arkaik insanların evrimleşerek modern insana dönüştüğünü öne sürmek yerine, gitgide Neandertaller ve modern insanın ne tür bir etkileşim içinde olduğu sorunu üzerinde odaklanıyorlardı.
Birbirleriyle savaşmışlar mıydı? Birbirlerinden öğrenmişler miydi? Birbirleriyle konuşmuş ya da melezleşmiş ya da yoksa birbirlerini sadece görmezlikten mi gelmişlerdi?
Belki ya arkeologlar ya mikrobiyologlar -ya da tamamen farklı disiplinlerden gelen araştırmacılar- bir gün bu sorulan yanıtlayabilecek. Şimdilik, yanıtlar ne kadar ilginç olursa olsun, çok spekülatif. Örneğin, Alman antropologu Günler Brauer, Afrika'dan göç senaryosunun çok daha ılımlı bir çeşidini önermiştir. Brauer'e göre, modern insan gerçekten de Afrika'da ortaya çıkmış, sonra dünyanın diğer yerlerine gitmiştir. Ama Ortadoğu ve Avrupa'da karşılaştığı Neandertallerden birçok yönden farklı olmasına rağmen, onları melezleşmeyecek kadar farklı görmemişti. Dolayısıyla Brauer, Neandertal genleri bizim yapımızın ancak çok küçük bir parçasını bile oluştursa, modern insanın bazı Neandertal ataları olabileceğini öne sürdü.
Diğer kampta, Tennessee'li antropolog Fred Smith gibi, çok merkezliliğin bazı savunucuları, insan yapısında temel genetik değişimin Afrika'da gerçekleştiğini teslim ettiler. Ancak Smith Avrupalı ve Ortadoğulu Neandertallerin, yeni gelenler tarafından ortadan kaldırılmadığını, tam tersine onları içlerine alarak, genetik üstünlüklerini kendilerine geçirdiklerini ileri sürdü.
Ne Brauer'un ne de Smith'in bulduğu orta yol tamamen benimsendi. Bunun gibi, Neandertallerin insanın tarih öncesindeki yeri konusunda, herhangi bir uzlaşma ufukta görülmüyor. Oysa, bilimcilerin çoğunluğu, Neandertaller ve modern insan arasındaki ilişki ne olursa olsun, bu ikisinin zaman ve belki mekanda çakışmış olduğu konusunda artık uzlaşmış bulunuyor. Dolayısıyla, başlangıçta bu iki türe ait topluluklar -her biri bazı görünebilir insan özelliklerine sahip olmakla birlikte günümüzün ırklarına göre birbirlerinden çok daha farklı topluluklar- bir yer-lerde, en büyük olasılıkla, ilkin Ortadoğu, ardından Avrupa'da birbirleriyle karşılaşmışlardı.
Daha sonra ne olduğunu kesin olarak bilen hiç kimse yok.
"Bu yazı Paul Aron'un Tarihin Büyük sırları adlı kitabından alıntıdır."
Tüm zamanların en gerçek hayaleti
Unutulmayan edebi efsaneler bir liste haline getirildiğinde "Operadaki Hayalet" muhakkak orada yerini alacaktır. Aynen Stoker´ın "Dracula"sı, Shelley´in "Frankenstein"ı gibi "Operadaki Hayalet"de sinema sayesinde ölümsüzleşmiş daha sonra da Andrew L. Webber´in notalarıyla bir müzikal olarak efsaneleşerek sanatsal bir içerik kazanmıştır. Bütün bunlar "Operadaki Hayalet"in görünür, bilinir ve popülize edilmiş yönleridirler oysa perde arkasında kalan asıl gerçekler farklıdırlar ve en ilginci de "Operadaki Hayalet" gerçek bir öyküdür. Çünkü öykünün iki temel kahramanı olan Hayalet Eric ve soprano Christine gerçekten yaşadılar. Yazar Gaston Leroux, Christine´in aslında İsveçli bir opera şarkıcısı olan Christina olduğunu söylüyordu ama Hayalet´in kim olduğunu asla açıklamadı; "Ben onu tanıdım, gerçekti ama bir hayalet gibi yaşıyordu" diyerek sırrını öteki dünyaya götürdü.
"Operadaki Hayalet" adlı romanı yazan Gaston Leroux 6 Mayıs 1868´de sokakta doğdu diyebiliriz. Annesi Marie Alphonsine, bir seyahat sırasında Paris´ten geçerken doğum sancılarına yakalanmış ve ilk bulduğu eve sığınarak bebeğini doğurmuştu. Gaston yıllar sonra Paris´e geldiğinde doğduğu evi arayıp bulacak ve evde bir cenaze işleri firmasının çalıştığını görünce gülerek; "Ben burada bir beşikte yatmıştım ama şimdi bir tabut buldum" diyecekti. Gaston Normandiya kıyılarında büyüdü, balıkçılıkla içiçe büyüdü, iyi bir balıkçı ve yüzücüydü. Daha sonra bir dil okuluna gönderildi ve orada edebiyatla tanışarak. boş zamanlarında yazı yazmaya başladı, iyi bir öğrenciydi, öğretmenleri onun başarılı bir avukat olacağını düşünüyorlardı. Gerçekten de mezuniyetten sonra Paris´e gelerek hukuk öğrenimine başladı, bu arada küçük öyküler ve şiirler yazıyordu. Yazdığı soneler zaman içersinde tiyatrocular tarafından okunmaya başlanmıştı. 1889´da yaşamı değişti, henüz hukuk eğitimini yeni bitirmişti ki, babası öldü ve ona bir milyon franklık bir miras bıraktı. Genç Leroux kendisini bir anda, gece hayatında buldu, barlarda içiyor, kumar oynuyor ve yanlış yatırımlar yapıyordu. Bu dönemin sonunda yaşamının pahalıya malolduğunu farkedince yine yazmaya yöneldi. Durmadan yazıyordu, önceleri komedi yazdı ama yapısı gereği ciddi bir insandı ve çocukluğundan beri meraklı olduğu gizeme yönelmeye başladı. Ölümle, yaşamın sınırlarıyla, ruhun yeniden doğmasıyla ve alternativ yaşam felsefesiyle ilgilenmeye ve kendisini geliştirmeye başladı.
Hukukla, liberalizmin çatışma noktasında
Yaşamın gerçekleriyle yüzyüze geldikçe, çözümsüzlüğü daha iyi anlıyor ve insan doğasının deneyimlerle değerlendirilmesi gerektiğini düşünmeye başlıyordu. Hukuk bunun için önemli bir kaynaktı ama Leroux insanların profesyonel yargı mantığını sevmiyor ve tatmin olmuyordu. Barlarda ve Paris kafelerinde üç yıl boyunca, tartıştı, konuştu, dinledi ve her kesimden insanı tanıdı ve düşüncelerini zenginleştirdi. Bu arada L´Echo de Paris gazetesine yazmaya başladı, fikirlerini bu gazetede anlatmaya fırsat buluyordu. Birden kendisini yeni bir konunun içinde bulmuştu çok ilgisini çeken bu konu tiyatroydu ve drama kritikleri yazmaya başladı. Yazılarında kullandığı mahkeme salonlarının geçerli mantığı ilgi çekmişti, adaletin ortaya çıkarttığı insan kişiliklerini, teatral kişiliklerle bütünleştiriyor ve mahkeme salonlarıyla, tiyatro sahnelerinde oynanan rollerin ortak yönlerini sergiliyordu. Bir bombalama olayının suçlusu olan anarşist Auguste Vaillant davası Leroux için önemli bir köşebaşı oldu. Leroux´un "Le Matin" gazetesinde yayınlanan dava ile ilgili yorumları büyük ilgi çekti, davaya yeni boyutlar getiriyor ve soruşturmayı adeta yönlendiriyordu. Vaillant ile hapishanedeki hücresinde yaptığı görüşmeler sonucunda, Leroux suçluyu değil, suçu sorguluyor ve kendisinin bir hapishane antropolojisti olduğunu söylüyordu. Bu arada kendisini büyük bir tehlikenin içine atmıştı, tehdit ediliyordu ama aldırmadan liberal düşüncelerini yazmayı sürdürdü. Halk ikiye ayrılmıştı, bazılarına göre bu çok iyi bir öyküydü ve izlenmesi hoştu. Leroux, sanık ile yaptığı görüşmelerin içersinden kepçeyle çıkarırcasına vurucu yönler buluyor ve herkesi şaşırtıyordu. Kim suçluydu? Vaillant mı yoksa onun bu hale gelmesi için elinden geleni yapan toplumsal düzen mi? Sonunda, Vaillant´ın giyotine yollandı ama Leroux artık ömrü boyunca idam karşı mücadelesini sürdürecek ve liberalizmin bayrağını taşıyacaktı.
Leroux, gazetecilikten vazgeçiyor
Sonraki yıllarda Leroux "Le Matin"in devrim muhabiri ve politika yazarı olarak Asya, Afrika, Avrupa ve Rusya´yı dolaştı. Çağının tüm politik olaylarının içindeydi; Son Rus Çarı ile görüştü, Dreyfuss davasını yakından izledi, maceracı ruhunu yazılarına yansıtması ilgiyle izleniyordu, renkli, dramatik ve tavizsiz üslübu, büyük olayların tanığı olmasıyla birleşince aranılan ve istenen bir yazar olmuştu. Vezüv´ün püskürmesi sırasında kraterin içindeydi, Doğu Anadolu´daki Türk-Ermeni savaşının ve Rus-Japon savaşının merkezinde olayları yaşadı. Fas isyanı sırasında, bir Arap maşlahı giyerek dolaşan tek Avrupalı oydu, Karadeniz´e gitti Odessa ve St. Peterburg isyanlarını içinden izledi, Rus Devrimi´nin ayak seslerini yazdı. Çar ile Kayzer Wilhelm II arasındaki Baltık Denizi´ndeki gizli toplantıyı dünyaya duyuran oydu. Daha sonra Rus mahkemelerine aşçı giysisiyle girerek, olanları dünyaya duyuran yine Leroux´du. Ve olmadık bir olay, bir anda herşeyi değiştirdi. Uzun bir yolculuğun dönüşünde dinlenirken, editöründen gelen bir telefonla uyandırıldı, öfkeyle telefonu açtığında, o gece hemen Toulon limanına giden trene binmesi isteniyordu çünkü bir Fransız savaş gemisi havaya uçurulmuştu. Leroux o anda kararını verdi; telefonu editörünün yüzüne kapattı, bundan böyle sadece bir roman yazarı olarak yaşayacaktı. Yıl 1907´idi.
"Sarı Odanın Esrarı"
Leroux´nun ilk kitapları 1903´de kitapçılarda görüldü; "Sabah Hazinelerini Ararken" adlı dizi kitap daha önce "Le Matin" de yayınlanmıştı. Öykü 18, Yüzyıl´da yaşamış Louis Cartouche adlı bir hırsızın yaşamını anlatıyordu, üslüp yine aynıydı, Leroux hırsızı gizli gizli yüceltiyor ve soyulan aristokratları yıpratarak, aşağılıyordu. Ve 1907´de Leroux, "Sarı Odanın Esrarı" adlı baş yapıtını yayınladı, her ne kadar "Operadaki Hayalet" en popüler eseri olarak tanımlanmaktaysa da, kritiklere göre en başarılı romanı buydu. Roman bir cinayetin üzerine kuruludur; tamamiyle kapalı ve kilitli bir odada işlenen bir cinayeti anlatır. Odanın kapısı mühürlüdür ve içeri girilebilecek bir başka yol yoktur. Bu imkansız cinayet, Leroux´un Sherlock Holmes tiplemesinin Fransız versiyonu olan Joseph Rouletabille tarafından çözülür. Roman dedektif romanlarının öncüsü olan iki büyük yazar yani Edgar Allan Poe ve Sir Arthur Conan Doyle tarafından takdirle karşılanır. Poe´nun ünlü "Morg Sokağı Cinayeti" ile karşılaştırılmasına rağmen, farklılığı ortadadır, cinayet tamamiyle mantık oyunlarına dayanmaktadır. Dedektif Rouletabille, Leroux´nun sonraki yedi romanında daha görülecektir.
"Operadaki Hayalet"in doğumu
Ayrıca romanda, popüler Fransız edebiyatçılarının yani Stendhal, Dumas ve Victor Hugo´nun etkileri de görülmektedir. 1908´de Leroux Paris´den Nice´e hareket eder, oranın ikliminden hoşlanmaktadır ve yazmaya devam eder. Bu arada, I. Dünya Savaşı öncesinde okuma alışkanlığı doruktadır. Ama Leroux sadece dedektif romanları yazarı değildi, aynı zamanda da macera, korku ve fantastik hikayeler ve romanlar yazıyordu. 1908-1911 yılları arasında beş roman yayınladı; bunlardan birisi çok uzun bir roman olan "Sabbath Kraliçesi"siydi. 1902´de de bir oyun yazdı, uzun zaman sahnelenmeyen bu oyun bir anlamda "Sarı Odanın Esrarı"nın adaptasyonuydu. Aynı dönemde sessiz sinema yayılmaya başladı ve Leroux sinema ile ilgilenmeye başlayarak senaryo yazmaya başladı. Komşusu Navarre, ünlü "Fantoma" dizisinin oyuncularındandı, beraber çalışmalar yaparak birçok senaryo yazdılar. Leroux´nun kızı Madeleine´de filmlerde oynuyordu. Ama Leroux 1918´de sinemadan uzaklaştı ve İspanya İç Savaşı´ndaki casusluk olayları ile ilgili bir roman yazdı; bu arada da henüz yaşanmamış olan II. Dünya Savaşı´nı öngörüyordu. Kitap çok sattı ve ünü iyice yayıldı, kitapları anında İngilizce´ye çevrilerek basılıyordu. Onu ölümsüzleştiren "Operadaki Hayalet"i ise sinema merakının öncesinde, 1911"de yayınlanmış ve öteki kitapları kadar ilgi görmemişti. Ama değeri sonra anlaşılacak ve olay olacaktı.
Roman mı yoksa belgesel mi?
"Operadaki Hayalet"i, Leroux Paris Operası´nı gezdikten sonra yazdığını söyler, binanın her yerini gezmiş, bodrumlarına kadar inmiştir. Gerçekten de Paris Operası´nın altında zifiri bir karanlığın içinde labirent hücreler, gizemli bir yeraltı gölü, demir ızgaralar bulunmaktadır. Aslında bina Prusya savaşlarından kalma bir hapishanenin üzerine kurulmuştur, yer seviyesinin altına kapatılan mahkumlar gün ışığını asla göremiyorlardı. Leroux´u etkileyen diğer bir olay ise 1896´da seyircilerin üzerine düşen dev avizeydi. Sonuçc korkunçu, bir ölü ve sayısız yaralı. Leroux, binayı incelerken mimar tarafından neden yapıldığı bilinmeyen petek benzeri geçitler keşfetti, amacı anlayamamıştı ve sanki karanlık geçitlerde görünmeyen bir canlı yaşıyordu. İşte "Operadaki Hayalet" yani Hayalet Eric burada doğdu ama Leroux hayeletin gerçek olduğunu yani daha önce burayı inşa eden yarı deli, müzisyenlerden nefret eden bir mimar olduğunu iddia ediyordu. Aslında, "Operadaki Hayalet"in iyi dikkat edilirse, çok iyi bir araştırma ve geliştirme sürecinin sonucunda yazıldığı anlaşılır. Leroux bir gazeteci mantığıyla belgesel malzemeyi derlemiş, ustaca örmüş ve fondaki detayların üzerine yayarak bir roman ortaya çıkarır, hemen tüm karakterler gerçektir ve bu tür roman yazma stilinin yani gerçek kişileri kurgulaştırmanın bulucusu Leroux´dur. Okuyucu romanı okurken, gerçekle hayal arasında gidip gelir, zaman zaman da karıştırır.
O bir hayalet ama eti, kemiği var
"Operadaki Hayalet" daha başlangıcında okuyucuyu kavrar. Hayalet gerçek bir kişiliktir yani doğaüstü bir yaratık değildir ve üstelik daha da korkunçtur. Çünkü öldürmektedir, eli kolu olmayan soyut bir hayaletin aksine kan ve etten oluşmuş, kin ve nefret dolu bir çılgındır. Kitap İngiltere, ABD ve Fransa´da yayınlandıktan sonra Hayalet, org çalan veya avizenin zincirini kesen illustrasyonlarla canlandırıldı, bu şekilde somut kişiliği daha belirginleşiyordu. Öykü tipik bir Leroux girişiyle başlar, karşınıza tehlikeli, gizemli ve toplumdışı bir karakter çıkar, bunu bir opera salonunun panayırımsı tasvirleri izler ve hemen ardından bir aşk öyküsü gelir. Leroux teması hazırdır, Gizem, mekan ve aşk; bunlar karakterle bütünleşince geriye sadece kurgu kalır ve Leroux bunu çok iyi başararak, okura kitabını nefes almadan okutur. Birçok kez sinemaya uyarlanan "Operadaki Hayalet" sadece bir kez bu temaya sadık kalmış ve romandaki gerilimi izlemiştir ama bu başarının sahibi 1924´de Universal Film tarafından çekilen filmin kahramanı Lon Chaney´dir. Chaney olağanüstü bir performansla hayaleti canlandırmış hatta yaşamıştı. Gaston Leroux, bu filmi görecek kadar yaşadı ve yorum yapmadı, kendisini ölümsüz yapacak olan "Operadaki Hayalet"i en önemli kitabı olarak kabul etmiyordu...
"Zavallı Eric"
15 Nisan 1927´de Gaston Leroux 59 yaşında, beklenmedik bir anda küçük bir operasyonun ardından zehirlenerek ölerek, Nice yakınlarındaki Castle Cemetery´e gömüldü, geriye tamamlanmamış ama hemen yayınlancak olan bir roman bırakmıştı. Kendisiyle 1925´de yapılan bir söyleşide, "Operadaki Hayalet" için şöyle diyordu; ""Operadaki Hayalet" gerçektir, benim için yeterli kanıtları vardır ama kalanı ikna edici bir kurgudan ibarettir. Hayalet canlı bir insandır ama gerçek bir hayalet gibi görünür ya da davranır yani bir gölge gibidir ve bu gölge korkutucu ama aynı zamanda da inandıcı bir öyküyle bütünleşir. Uzun araştırmalar yaptım ve soruşturdum. Paris Opera´sının eski yöneticilerinden Messager ve Gailhard ile konuştum, benzer olaylar dinledim. Mimarlar, arşivciler öyküyü geliştirdiler. Nedense hep opera binalarında bir hayalet inancı vardır, bugün hala Paris Operası´nda baletlerin giyinme odasında dolaşan kederli ve korkunç bir hayalet anlatılır ve bu anlatılar romanımı etkiledi. Chaney´in oynadığı ve M. Laemmlé´nin yönettiği film bu yönde çekildi. İşin aslını isterseniz, unutulmaz karakter hayalettir yani Eric ve Eric gerçekti, elinde bir kafatası ile dolaşan, opera binasını kendisine ev yapmış biriydi ama zekası bir çocuk kadardı. Onun gerçek kimliğini kitaptaki Christine Daaé kişiliğinin ardına sakladım. O bir Quasimodo yani "Notre Dame´ın Kamburu"ydu. Opera´nın kütüphanecisi M. Joe Weil, baletlerin odasındaki hayaleti biliyor ve zor günler yaşandğını anlatıyordu ve anlattıkları gerçekti. Anlaşılmaz ve açıklanamayan bir gölge koridorlardan kayarak geçiyor ve soyunma odasına geliyordu ve inanıyorum ki eğer o bir ölüyse, hala huzura kavuşamadı; Zavallı Eric..."
Avize nasıl düştü?
Paris Operası´nın tavanı Eugène Lenepvue tarafından boyanmıştı ama 1962´de Chagall tarafından yeniden boyandı, tavan ikiye bölünmüş ve ünlü bestecilerle onların eserlerini canlandıran simgeler yapılmıştı. Tavanın tam ortasında dev bir avize asılıydı ve 20 Mayıs 1896´ya kadar da orada kaldı. O gün, Helle Operası´nın gala gecesiydi. İlk perdenin bitmesine 9 dakika kala, Soprano Carron aryasını söylerken birden korkunç bir çatırtı duyuldu. Bir ışık patladı, tavandan yağan toz bulutu salona yayılırken seyirciler panik halinde kapılara koşmaya başladılar. Sahnedeki sanatçılar ve koro yerinde kalmıştı, kendilerini sahnede daha güvende hissediyorlardı, ön koltuklarda oturanlar daha soğukkanlı davranarak oldukları yerde kalmışlardı. Asıl facia panik halindeki insanların doldurduğu galerilerde yaşandı. İki-üç dakika içersinde galeriler boşaldığında geriye yerde yatan yaralılar kalmıştı. Bazı kadınlar merdiven parmaklıklarına ve heykellere tırmanarak aşağı atlamak istemişler ama görevliler tarafından engellenmişlerdi, burada beş-altı kişi yaralandı ama sonuçta görevliler çıkışa giden doğru yolu göstermişlerdi. Önce birkaç hafif yaralıdan başka bir zarar oluşmadığı sanıldı ama çığlıklar başlayınca iş değişti. Balkonun altında ezilmiş, çığlıklar atan bir kadın vardı; derken her yeri kana bulanmış bir kız ortaya çıktı, haykırıyor ve annesinin dördünce kattaki yıkıntının altında kaldığını söylüyordu. Araştırma yapılırken, bir kadının ezildiği anlaşıldı. Soruşturmanın başlarında önce kaza olmadığı düşünüldü, bir bombadan kuşkulanıldı, sonra çatıda bir yangının başladığı anlaşıldı elektrik kablolarından birisi kısa devre yapıp, alevlenmiş ve avizeyi tavana tutturan sekiz ayağın birisini eritmişti, yerinden kopan ayak aşağıda 11 ve 13 no´lu koltuklarda oturan anne ve kızının üzerine düşmüş ve talihsiz anne 770 kiloluk demirin altında kalarak ölmüştü. Yani düşen şey avize değildi, avizenin demir ayaklarından birisi düşmüştü...
Christina kimdi?
"Operadaki Hayalet" kadın kahramanı Christin adlı bir sopranodur. Hayalet´in aşık olduğu kadındır ve bir polis müdürünü sever ama bunlar romandaki öyküyü oluştururlar. Oysa Christina gerçektir yani İsveçli bir sopranodur. Leroux çağdaşı olan Christina´dan esinlendiğini söylerken, kendisini tanımadığını ekler. Başarılı sopranonun başından geçen iki olay ilginçtir. 1901´de Londra´da yine hayaletli opera binalarından birisi olarak bilinen Drury Lane´de La Traviata operasında oynamaya giden Christina´yı gala gecesinde dinleyenlerin arasında Galler Prensi ve onun konuğu olan İran Şahı vardır. Oyundan sonra kendisini ziyaret edeceklerini tahmin eden Christina, Paris´den çok pahalı ve özel bir giysi getirtir ve hazırlanarak soylu konuklarını beklemeye koyulur. Aradan bird saat geçer ve gelen giden olmaz, umudunu kesen Christina, görkemli giysisini çıkararak yine operada giydiği paçavra giysiyi giyer, içinde pek rahat değildir ve denemek amacındadır. Birden kapı vurulur ve Şah´ın geldiği bildirilir, Christina şaşırır, giysisini değiştirmeye vakit yoktur, reddeder ama Şah inatçıdır. Christina odadan o kılıkta fırlar ve Şah´ı kolunu tutarak haykırır; "Siz çok kötü bir Şah´sınız, bir saat önce çok güzeldim, sizin için giydiğim muhteşem bir giysi içinde bekliyordum ama şimdi sefil bir görünüm içindeyim. Ayaklarımda bir ayakkabı bile yok." der ve çıplak ayağını kaldırarak Şah´ın burnuna dayar. Bundan sonra Şah´ın ne yaptığı bilinmiyor çünkü Christina´yı alıp odasına girer. Ama Christina, herkesin içinde İran Şah´ının burnuna çıplak ayağını dayayan tek kadın olarak tarihe geçer. Yine aynı yıllarda Christina Rusya´da Petersburg´a Faust operasında Margarita´yı oynamaya gider. Oyun sırasında ünlü "Mücevher Aryası"nı söylemektedir, mücevher kutusunu açar ve içindeki gerçek mücevherlerle karşılaşır. Mücevherler Çarlık tarafından armağan olarak verilmiş ama sahteleriyle karıştırılarak, oyun aksesuarlarının arasına girmiştir. Christina, kutudakilerin gerçek olduklarını hemen anlar ve aryayı keserek; "Ne güzel şeyler" diye haykırır. Olayın içyüzünü bilmeyenler, hala Faust´da böyle bir sözcüğün olup olmadığını tartışıyorlar. Christina´nın Rusya gezisi olaylarla doludur, her oyundan sonra ince bir giysiyle, yalınayak karlarda koşturması, ayı avına çıkıp, bir ayıyı bizzat vurduğu ve ayınınpostunu Londra´daki evinin holüne serdiği unutulmayan anekdotlardandır. İsveçli Christina, Leroux´nun Christin´i gibi değildi ama gerçekti...
Sinemada "Operadaki Hayalet"
"Operadaki Hayalet" sinema sanatındı sadece gizemli bir müzik delisinin avlandığı bir öykü değildir. Sinema tarihindeki yeri Lon Chaney ile bütünleşir. Chaney, özel makyaj ve efekt tekniklerinin olmadığı bir çağda salt kendi yeteneğiyle operanın labirentlerinde dolaşan öylesine çirkin ve etkin bir tip yaratmıştır ki, hala bir baş yapıt olarak akıllarda kaldığı gibi, sinema okullarında örnek olarak da gösterilir. "Bin Yüzlü Adam" denen Chaney, 1925´lerde hızla yayılan sessiz sinemanın tanınmış oyuncularından değildi, "Operadaki Hayalet"le dünya çapında ün kazandı, bunun yanısıra da "Operadaki Hayalet" bir korku filmi klasiği olarak Dracula ve Frankenstein yanında literatüre geçti. Filmde Christine´i oynayan genç oyuncu Mary Philbin ise, parlak ve keskin drama örneğini vermesiyle anımsanır. Filmde, Chaney´in yüzünden maskını fırlatarak oynadığı "Ölünün Başı" bölümü sinema tarihinin en iyi sahnelerinden birisi olarak kabul edilir. Uzmanlara göre, doğru gölgelerin, doğru yerlerde böylesine iyi kullanıldığı bir başka örnek yoktur. Chaney bunu onaylamakta ve; "Orada korkunun bütün hayalini verebildik." demekteydi. "Operadaki Hayalet" o yıllara göre büyük başarı sağlamış bir film olmasına karşın, günümüze kadar sadece dört kez daha sinemaya aktarıldı. İkinci versiyon 1943´de renkli ve sesli olarak çekildi, Hayalet´i Fransız aktör Claude Rains oynuyordu. Öykü ile oynanmış ve Rains´in oynadığı bir bestecinin yüzüne dökülen asit sonucunda korkunç bir hale yani Hayalet´e dönüştüğü canlandırılmıştı. Önceki film kadar Gotik olmayan bu yapıtta müzik daha ön plandaydı ve dönemin ünlü şarkıcısı Nelson Eddy´de filmde oynuyordu. İlginç olan bu filmde Chaney´in filminden alınan resimlerin kullanılmasıydı ve film sonunda bir fotografi Oscar´ kazandı. Daha sonra Leroux´nun öyküsü bir İspanyol filminde "El Fantasma de la Operetta" yine beyaz perdeye aktarıldı, buradaki Hayalet koro kızlarını öldüren çapkın ve acımasız bir katildi. 1962´de korku filmleriyle ünlü Hammer Filmcilik, Herbert Lom ve Heather Sears´in oynadıkları bir diğer "Operadaki Hayalet"i perdeye getirdi ama kayde değer bulunmadı. 1974´de yapımcı Brian DePalma işi sulandırarak parodi çizgisinde "Cennetin Hayaleti" adıyla, bir New York Rock´n Roll konser salonunda geçen farklı bir uyarlamayı filme aldı. Filmde Paul Williams´ın oynadığı eroin kullanan ve şarkıcı olmak isteyen kötü kalpli bir plak yapımcısı, Hayalet´i mizahi bir çizgide simgeliyordu. 1983´de "Operadaki Hayalet" Maximilian Schell´in başrolünü oynadığı bir mini-tv dizisinde görüldü, yanında büyüleyici Jane Seymour oynuyordu, 19. Yüzyıl Budepeşte´sinde geçen filmdeki Hayalet tiplemesi gerçek bir hayal olarak öylesine geçiştirildi. 1989´da "Elm Sokağı" korkunç Freddy´si Robert Englund Hayalet olarak kameranın karşısına geçti; bu tam anlamıyla özel efektlerle bezenmiş modern bir korku filminden başka birşey değildi. Ve 1990´da NBC televizyonu, oyun yazarı Arthur Kopit´in uyarladığı iki bölümlük bir tv dizisinde yaşamının son eforunu harcayan Burt Lancaster´ı Charles Dance ile birlikte oynatarak, farklı ama silik bir Hayalet denemesi daha yaptı. Görülüyor ki, Chaney´in özgün yetisinin dışında "Operadaki Hayalet" sinemada yeterince yerini alamadı. Çünkü kitabın temel ve gerçek karakteri olan Hayalet yani Eric, Leroux´nun kendi kişiliği ile bütünleşen karanlık ve gizemli bir tiplemedir; bunu farkeden veya bilmeden bütünleşen oyuncu Chaney´di ya da yazarın çağdaşı olmasının avantajını yakalamıştı. Leroux Eric´in gerçek kimliğini biliyordu ve "Operadaki Hayalet" dışındaki kitaplarında da onu kullandığını ima ediyordu. Bir söylentiye göre, Lon Chaney gerçek Eric´le karşılaşmış ve çok etkilenmişti. 1925 yılındaki filmde kullanılan ve Charles Hall tarafından gerçekleştirilen Paris Operası seti, hala durmaktadır. Universal Stüdyoları´nı gezenler 28 no´lu sette bina ile karşılaşabilirler.
Ve tüm zamanların en iyi müzikali
"Phantom of the Opera" çağımızın müzikal dehası Andrew Lloyd Webber´in besteleriyle 9 Ekim 1986´da ilk kez Londra´da sergilendiğinde, hemen herkes çok büyük bir müzik olayı ile karşılaştıklarını anlamışlardı. Webber ve ekibinin yarattıkları müzikal olağanüstüydü. Her ne kadar Christine´i ilk kez oynayan bestecinin o zamanki eşi Sarah Brightman´ın daha ön plana alındığı görüşünü savunanlar çıktıysa da, Hayalet karakteri olması gerekenin üzerindeydi. Webber´in dev müzikali hala Londra ve New York´da oynanıyor ve milyonlarca kişi tarafından izlendi ve izleniyor. Son ayların ne büyük tartışması ise, günümüz sinemasının Hayalet´i bir kez daha beyaz perdeye Webber´in müziği ile getirilmesi. Webber bu önerilere uzak duruyor ve; "Ben bir tiyatrocuyum." diyor. Sinema kritikleri ise Webber´le Steven Spielberg işbirliğini düşlüyorlar. Buna karşın Warner Bros´un projesi gündemde ama Hayalet rolü için John Travolta´nın düşünülmesi tüm dünyada tepki yarattı. Hayaletseverler kampanyalar oluşturarak "Elinizi, Hayalet´ten çekin..." diyorlar.
SPOT:
"Opera hayaleti gerçekten vardı. Uzun bir zaman için onun oyuncuların yarattığı, batıl inançların uzantısı olan bir hayal yaratığı olduğuna inanıldı ama hayır Eric etiyle, kanıyla gerçekti ve gerçek bir hayaletin tüm özelliklerini taşıyordu. Ben onu tanıdım ve ancak yaşayan bir hayalet olduğunu söyleyebilirim..." Gaston Leroux
İllüzyonlar Kralı
Sihirbazlık veya daha doğru adıyla İllüzyonizmin kuşkusuz en büyük adı "Büyük Houdini"dir. Günümüzün en tanınmış illüzyonisti olan David Copperfield kullandığı modern teknolojiye rağmen Houdini ile karşılaştırılamamaktadır. Bu oloğanüstü insanın olağanüstü yaşamının önemli bir yönü Ruhçuluk ve ruhçularla olan mücadelesidir. Yaşamının heredeyse on yılını bu savaşa adayan Houdini´nin aslında bir ruhçu olduğu da söylenmektedir. Yani günümüzün bazı illüzyonistlerinin Houdini´yi saygı göstermemelerinin ardında bu vardır; çünkü dünyanın her yerindeki illüzyonistler tüm doğaüstü kavramlara, hatta Astroloji´ye veya UFO´lara dahi karşıdırlar. Burada biraz da yaşamlarının tümünün hilelerden oluşmuş olması kompleksi dikkat çeker ama Houdini farklıdır ve eşsizdir;
Tüm zamanların en iyi illüzyonisti (Türkçe olarak tam karşılığı olmasa da alışkanlık gereği yerine sihirbaz sözcüğünü kullanacağız.) olarak tanımlanan Harry Houdini, 24 Mart 1874´de Budapeşte´de doğdu. Gerçek adı Ehrich Weiss´dı. Her nedense yaşamı boyunca Appleton, Wisconsin´de doğduğunu iddia etti. Oysa ABD´ye 4 yaşında gelmişti, günümüzde Appletown´lular kentin turizmine katkıda bulunmak amacıyla Houdini´nin iddiasını desteklemektedirler. Hatta, Scranton, Pennsylvania´da bulunan Houdini Müzesi´nde doğum belgeleri bile bulunmaktadır. Ama tarihçilere göre Houdini´nin Budepeşte´de doğduğu kesindir. Babası bir haham olan Mayer Samuel Weiss, annesi ise Cecilia Steiner Weiss´dı. Ekonomik sıkıntılar içinde yaşayan bir aile olan Weiss ailesi´nin tüm çocukları küçük yaşlarda çalışmaya başlamışlardı. Houdini, 8 yaşına geldiğinde gazete satıyor, ayakkabı boyuyordu, 12 yaşında evini terk ederek ailesine yardım için para kazanmaya karar verdi. Bu anda, yaşamı boyunca etkisin altında kaldığı annesinin rolü büyüktür. New York´a geldiğinde 13 yaşındaydı, orada burada dolaştıktan sonra büyük kente gelmişti. Beş yıl sonra babası öldü. Tüm aile bu olaydan sonra New York´a, daha iyi bir yaşam umuduyla taşındı. Houdini, bir terzinin yanında çalışıyor ve ailesine destek oluyor aynı zamanda da yüzme ve atletizm yarışmalarına katılıyordu, birkaç ödül kazanmayı başardı. Bu yıllarda illüzyonizmle ilgilenmeye başladığı sanılıyor.
Asla hapsedilemeyen ve bağlanamayan adam
Bilindiği kadarıyla, ilk olarak "Büyük Eric" adıyla gösteriler yapmaya başladı ama genç yaşta okuduğu iki kitap, Houdini´nin yaşamını tümüyle değiştirmiş ve yön vermiştir. Bunların ilki A. Medium´un yazdığı "Revelations of a Spirit Meduim/Ruhsal bir medyumun ilhamları" ydı. Kitapta, ruh çağırma celselerinin içyüzü ve yapılan hileler anlatılıyordu. İkinci kitap dönemin en ünlü sihirbazının otobiyografisi olan "The Memoirs of Robert Houdin" adlı kitaptı. Robert Houdin adlı uluslararası üne sahip olan bu sihirbaz, Houdini´yi çok etkiledi ve adını Houdini olarak değiştirdi, kararını vermişti. İlk sahne gösterileri basit iskambil kartı hileleri veya şapka-tavşan türü küçük oyunlardı, kendisine "Kartların Kralı" adını takmıştı. Bir ara genç bir adamla beraber "Houdini Kardeşler" adıyla çalıştı. Sonra küçük kardeşi Theo, gerçek kardeş olarak Houdini´nin yanında yer aldı. Parklarda, birahanelerde gösteriler yaptılar ve 1893´deki Chicago Dünya Fuarı´na katıldılar. 1894´de Houdini, bir şarkıcı ve dansçı olan Wilhelmina Beatrice Rahner ile tanıştı ve iki hafta sonra evlenmeye karar verdiler. Takma adıyla Bess, kocası Houdini´nin gösterilerine katılmaya başladı, bazen maskeler kullanarak yer değiştiriyorlar ve "Metamorfoz" denen oyunla seyircileri şaşırtıyorlardı. Bess´in gelmesiyle kardeşi Tpeo ayrıldı ve çift, "Houdini´ler" adıyla sahne almaya başladılar ve otuz yıl boyunca tüm ABD´yi ve dünyanın birçok yerini beraber dolaştılar. Başarı kazanması ve hızla yükselmesi çok çabuk oldu. Nasıl öğrendiği veya ne yaptığı hala bilinmiyor ama Houdini´yi hapsetmek ya da kelepçelemek asla mümkün değildi. Tüm kelepçeleri, zincirleri, kilitleri, ayak demirlerini, deli gömleklerini kolayca açıyor, hapishane hücrelerinden kaçabiliyordu. Büyük bir posta kutusu, kafesli bir sandık, dev bir futbol topu, demir bir kazan, büyük bir süt kabı ve çeşitli tabutlar; hiçbirisi Houdini´yi tutamadı hatta bir keresinde hiçbir yerini yırtmadan dev bir kesekağıdının içinden çıkmayı bile başardı. Ama en ünlüsü sayfalarımızda resmini gördüğünüz "Su İşkencesi Hücresi" dir
"Meydan Okuyan Kaçıcı"
Bütün bu olayların ardından yapılan incelemelerde Houdini´nin nasıl serbest kaldığını gösteren en küçük bir kanıt bulunamaması nedeniyle, hızla büyüyen ünü mucizeyle birleşti. Bazıları katmerliydi yani örneğin deli gömleği giydiriliyor, iyice sıkıştırıldıktan sonra üstüne metrelerce ip bağlanıyordu ve Houdini genelde seyircilerin gözü önünde tamamiyle görülebiliyordu, ne bir perde, ne de bir hücre vardı veya herhangi bir ışık ya da gölge oyunu. Bazen seyircilerin arasından birisini kurayla seçerek, sahneye gözlemci olarak alıyordu, çoğu zaman meydan okurcasına polis karakollarında gösteriler yapıyor ve kaçışlarını birinci sayfadan vermeleri için gazetecilerle bahse giriyor ve hep kazanıyordu. 1899 yılında en önemli artist ajanı olan Martin Beck, Houdini ile anlaşma imzaladı. Beck çok etkilenmişti ve "Meydan okuyan kaçıcı" anlamına gelen bir slogan üreterek yeni bir sahne eğlencesini oluşturmayı düşünüyordu. Ülkenin en büyük vodvil salonlarından olan Orpheum´da Houdini´nin yeteneklerini sergilemeye karar vermişti ama denemeye gerek kalmadı, kısa zamanda Houdini inanılmaz bir başarı kazanınca, Beck´in ülkenin birçok yerinde bulunan diğer vodvil salonlarını dolaşmaya başladı. Bu yeni eğlence türü tutmuştu; "Meydan okuyan kaçıcı" dünya çapında bir üne giden yolda koşmaya başlamıştı.
Houdini Avrupa´da
Bir zaman sonra Houdini, Avrupaya´ya gitmeye karar verdi; bunun bir nedeni de ABD´de aşırı gösteri yapması ve bir ara vererek kendisini unutturmak veya özletmek istemesiydi. 1900 yılında Houdini yanına para oyunlarıyla çok büyük bir ün yapan T. Nelson Downs´u da yanına alarak yola çıktı. Londra´da büyük bir başarıyla başlayan tur, beş yıl sürdü ve Houdini her yerde olay haline geldi. Bu arada kardeşi Theo´yu yine yanına çağırarak, Hardeen takma adıyla kadrosuna aldı. Artık onu dünya tanıyordu, Houdini ABD´ye döndüğünde, herkesin tanıdığı ve sevdiği bir yıldızdı, kazancıyla New York´da 113. Cadde´de yaşamının kalan kısmını geçireceği evi satın aldı. Houdini´nin büyük başarısından yola çıkan taklitçiler önceleri ilgi gördülerse de, arkası gelmedi çünkü Houdini her geçen gün daha güç, daha imkansız ve çok daha tehlikeli kaçışları deniyor ve başarıyordu. Kendi buluşu olan sualtı kafesinden kaçış numarası, daha sonra çok taklit edildi ama hiçbirisi Houdini gibi olamadı. Bir deli gömleğinden çıkabilen tek kişi oydu, üstelik sıradan değil özel olarak yapılmış deli gömleklerinin içinden kendi başına birkaç dakika içinde çıkabiliyordu. 27 Ocak 1908´de St. Louis´deki gösterisi büyük yankı uyandırdı. Her tarafı kapalı, ağzı mühürlü dev bir süt damacanasının içinden çıktığında, arkasında tek bir iz bırakmamıştı.
Houdini bir fili yok ediyor
Houdini aynı zamanda da, ilk uçuculardandır; bu yönü çok az bilinir; 1910 yılında Avustralya´da yarışmalara katılarak kırılan 17 rekordan birisinin sahibi olmuştu ama daha sonra uçmaktan vazgeçti. 1913´de dünyaca ünlü Çin Su İşkencesi Hücresi´ni gösteride kullandı. Tamamen bağlı olarak su dolu camdan yapılmış bir hücreye tepeüstü sarkıtılıyor ve boğulmadan önce bağlarından kurtulup, dışarı çıkabiliyordu. Yaptığı iş mantık ötesindeydi ama başarıyordu. Yine aynı yıl içinde Houdini annesini yitirince yaşamının en büyük şokunu yaşadı; Avrupa´da olduğu için annesinin hastalığı ondan saklanmıştı. Acısını içine gömerek tüm zamanların en büyük gösterisine hazırlanmaya başladı; bir fili yok edecekti. Ve 1918´de New York Hipodromu´nda Jenny adlı fili binlerce insanın gözü önünde yok etti. Bunu nasıl yaptığı tam olarak bilinmiyor aslında Houdini, birçok sahne hilesinin yaratıcısı ve bulucusuydu, bunların bazıları Pennsylvania, Scranton´daki Houdini Müzesi´nde sergilenmektedir. Buzla kaplı suya zincirlenip atıldıktan sonra zincirlerinden kurtulmuş ve yüzerek gösteri yerinden uzağa gitmiş, buzu deldikten sonra bir iskelenin altına saklandığında, herkes boğulduğunu sanarak umudunu kesmişti. Tam o üzüntü anında ortaya çıkması, büyük etki yaratıyordu. Houdini inanılmaz bir güce ve bedensel esnekliğe sahipti, başarılarının temelinde onun bu doğal yeteneği vardır. Çok uzun çalışmalar yapıyor ve kondisyonuna çok özen gösteriyordu; her gösteriden önce saatlerce pratik yaparak, kendisini hazırlıyordu. Su altı kaçışlarında nefesini tutabilme süresi 4 dakikayı aşıyordu, bir defasında yine su altındaki bir tabutun içinde bir saatten fazla kaldı.
Sinema oyuncusu, yazar ve ruhçu
1916´da Houdini sinemaya atıldı ve 1923´e kadar beş sessiz film çekti, dünyada beş filmde başrol oynayan tek sahne sihirbazı odur, bazılarının senaryosunu bizzat yazmıştı. Houdini tüm kariyeri boyunca dolandırıcılardan ve hilekarlardan nefret etti; nefreti öylesine büyümüştü ki sonunda işi savaşa çevirdi. En büyük hedefi kumarbazlar ve ruhçulardı; şarlatan medyumlara düşmandı; ölümden sonra yaşama inanmıyor ve ruhlarla ilişkiye karşı çıkıyordu. Buna rağmen, birçok kez ruh çağırma celselerine katıldı, ilk dönemlerde iyi niyetliydi ve bir ruhçu olmak istiyordu ama karşısına sürekli olarak şarlatanların çıkması Houdini´yi deli etmişti. Bu aralarda "Yanlışı yapmanın doğru yolu", "Ruhlar arasında bir sihirbaz" ve "Maskesiz Robert Houdini" adlı kitapları yazdı.
Efsanenin ölümü
22 Ekim 1926´da Houdini, Montreal´de Princess Tiyatrosu´nda gösteri yapacaktı, aynı gün McGill Üniversitesi´nde Ruhçuluk üzerine bir konferans vermişti. Akşama doğru soyunma odasındaki yatakta yatarken üniversiteden genç bir boksör geldi. Houdini´nin mide kaslarının çok güçlü olduğunu duymuştu; gerçekten de böyle gösterileri vardı, vurulan yumrukların gücü ne olursa olsun dayanabiliyordu. Genç boksör bunu denemek istiyordu ve Houdini kabul edince boksör onu yumruklamaya başladı. Oysa Houdini gösterilerden önce uzun bir hazırlık yapıyor ve mide kaslarını adeta kitleyebiliyordu. O gün yeterince konsantre olmamıştı ama daha da kötüsü apandisitinin patladığını bilmiyordu. Yumrukların ardından gösteriye çıkmaya hazırlanırken birden fenalaştı ve hemen hastaneye kaldırıldı. Bu kez ölümden kaçamayacaktı, son kaçışını başaramadı ve hastanede ölüme yenik düştü. 30 yıldır yanından ayrılmayan karısı Bess´e söylediği son sözler ilginçti; "Eğer bir yol varsa, muhakkak geri dönecek ve seninle ilişki kuracağım." demişti. Büyük "Hayalet Avcısı" 31 Ekim 1926´da iç kanama ve zehirlenme nedeniyle öldü. Ölümü büyük üzüntü yarattı, on yıldır başkanlığını yaptığı Amerikan Sihirbazlar Birliği onun için özel bir mezar hazırladı. Houdini, yaşamını mesleği için feda etmişti, bugüne kadar hiçbir ünlü sihirbaz onun kadar yetenekli değildi, onun kadar çalışmadı ve başarılı olamadı. Kaçışlarının çoğunun sırrı hala bilinmemektedir, çoğu zaman doğaüstü güçlere sahip olduğu iddia edildi ama Houdini bu iddiaları hep reddetti, yeteneklerinin doğal olduğunu söylüyor ve yaşamın anlamının doğallıktır diyordu. Diri diri defalarca gömülmesine rağmen, ölüm onu yenemedi. Hala da Houdini, aşılamadı. Günümüzün en tanınmış sihirbazları kullandıkları modern teknolojiye rağmen, Houdini´ye ulaşmış değiller. Onun yaptıkları, Hiht fakirlerinin, yogilerin marifetlerinin ötesindeydi... Peki ama hepsi bu mu? Hayır, bu mucizevi yaşamın ardında, çevresinde daha neler var?
Houdini ve Ruhçuluk olayının perde arkası
Tanık ve araştırmacı Al Collier
"Sizinle paylaşmak istediğim bir öykü var; bunu bilen üç kişiden biri benim ama diğer ikisi öldü, bu nedenle kanıt yok diye inanmayabilirsiniz. Bu sizin bileceğiniz birşey ve o zaman bir söylence deyip geçebilirsiniz. O yıllarda New York´da adının Erich Weiss olduğunu söyleyen bir ruhçu ile tanıştım, kendisini usta bir medyum olarak tanıtıyordu. Çok daha sonra onun gerçek kişiliğinin Harry Houdini olduğunu öğrendik. Günümüzün bazı yorumcularına göre Houdini, bir sihirbazdan çok bir show-man´dir, ünü çok seviyor ve alkışlanmaktan büyük bir haz duyuyordu. Bu özelliği herkesten fazlaydı, bir sualtı gösterisinde on kezden fazla su yüzüne çıkarak, fotoğrafçıların resim çekmesini istemiş ve yüzünün tam olarak görülmesine dikkat edilmesi için önerilerde bulunmuştu. Ruhçulara ve Ruhçuluk´a saldırısının nedeni popülerlik olabilir. Ama neden bir sahne sihirbazı küçük bir azınlık kitleden oluşan ruhçulara aniden saldırmayı kendisine görev edinir?Öncelikle, mantıksızlıktan öteye geçemeyiz ama biraz sonra olayın ardında öteki dünya ile ilişki kavramının bulunduğu anlaşılır. Houdini birçok medyumla beraber oldu ve bunların çoğu sahtekardı yani Houdini için kolay hedeftiler. Oysa kendisini gizli gizli bir medyum olarak tanıtıyor ve kimsenin bilmediği gerçek adını kullanıyordu yani aslında kendisinin bir medyum olduğunu kanıtlamak iddiasını taşıyordu. En yakın dostlarından birisi Sir Arthur Conan Doyle´du ve onun yardımıyla ruhsal camia ile ilişki kurdu "Sherlock Holmes" un yaratıcısı doyumsuz bir ruhçuydu ve Houdini´yi etkilemek için herşeyi yaptı. İşin en garip tarafı Houdini´nin bir yandan ruhçulara saldırırken, öteki yandan Doyle´a sadık kalmasıydı? Neden böyle davranmıştı? Houdini´nin ölümünün üzerinden 71 yıl geçti ve Houdini ile ilgili her biyografinin yayınlanışında, Ruhçuluk daha çok yerden yere vuruluyor ve hırpalanıyor. Oysa, Ruhçuluğun gittikçe yayıldığını görüyoruz, yani gerçeğe daha fazla yaklaşıyoruz. Bana göre Houdini´nin farklı bir planı vardı, aslında Ruhçuluğun gelişmesini istiyor ama sahtekarların ve istismarcıların ortadan kalkmasını amaçlıyordu. Tek bir ruhsal merkez ve amaca inanıyor ve ancak seçkin ve gizlenen bir kitlenin Ruhçuluğun sahibi olmasını istiyordu. Gerçekten de, günümüzde ruhçuların ve Ruhçuluğun kendi arasındaki bölünmeleri ve birbirlerini dışlamaları çok üzücü bir düzeye ulaşmıştır. Houdini, Ruhçuluğun dünya çapında yaygınlaşmasına ve etkili olmasına karşıydı, seçkin bir kitlenin elinde ebediyen varolmasını düşlüyordu. Bunu başaramadı ama özellikle yüzyılın ilk çeyreğinde ortaya çıkan sayısız şarlatanı engellemeyi hatta yok etmeyi başardı. O dönemlerde sahte ruh celseleri düzenleniyor ve uyduruk montajlar yapılarak ruhların fotoğraflarının çekildiği iddia ediliyordu ama böyle birşey yoktu. Houdini sahnede nasıl hile yapılacağını iyi biliyor ve bunu mesleğinin doğal gereği olarak kabul ediyordu. Uzmanlığı ve üstün yeteneği ile tüm hileleri hemen anlıyordu. Ruhçuların yaptıkları tüm teknik hileleri anlayabiliyordu. Özetle bir tür temizlik yapmıştı. Houdini´nin ölümünden sonra, onunla ilişki kurmaya çalışıldı; birçok ünlü medyum işin içindeydi ama ismi hala saklanan bir medyumun dışında resmen bir ilişkinin kurulduğu açıklanmadı. İddia edilen tek ilişkiyi Houdini´nin dul eşi Bess´de onaylamıştı ama açıklamada bulunmadı çünkü Houdini´nin planının bozulacağından korkuyor ve ortaya bir sürü medyumun çıkarak Houdini´nin ruhu ile görüştüklerini iddia edecekleri endişesini taşıyordu. Ama yine de Bess´in korkuları gerçekleşti ve birçok yerde Houdini´nin göründüğü ve konuştuğu iddia edildi. Benim tanıdığım Erich Weiss, ciddi bir ruhçuydu ve ne yaptığını iyi biliyordu ama o kişilik bilinen Houdini kişiliği değildi. Bess´le evlendiğinde 17 yaşındaydı, Bess ise 19´undaydı, Houdini 52 yaşında öldüğü güne kadar beraberdiler ve eğer Houdini ölümünden sonra bir ilişki kurduysa, son sözlerinde söylediği gibi bunu ancak Bess bilebilirdi. Ve galiba da kurmuştu çünkü Bess son günlerinde huzurlu ve mutluydu, medyumları dolaşmaktan vazgeçmiş olarak, buluşmaya az kaldığını söylüyordu. Son olarak Houdini´nin en ünlü sözü akla geliyor: "Beynim beni özgür kılan anahtardır."
"Beynim beni özgür kılan anahtardır." Harry Houdini
TİTANİK’İN SIRRI NEYDİ?
Tüm zamanların en ünlü gemisi Titanik, herkes tarafından bir deniz faciası nedeniyle tanınır oysa dev yolcu gemisinin ardında inanılmaz bir gizem saklı.
Titanik’in akıl almaz öyküsünü sunarken uyarıyoruz. Bir düşünün, Titanik’i batıran gerçekten bir buz dağı mıydı?
Hiç kimse onun dünyanın en büyük kehanetlerinden birisini yaptığını bilmiyordu. Hatta kendisinin dahi haberi yoktu. Adı; Morgan Robertson´du, Amerikalıydı, 1861´de doğdu, gençken denizcilik yaptı, sonra ise bir elmas eksperi oldu ve New York´da kuyumculuk yaptı. Sonra Kipling´in bir öyküsünü okudu ve yazar olmaya karar verdi. İlk öyküsü 25 $´a satıldı, daha sonra yazdığı 10 öyküden ise 1000 $ kazandı. Yazmak ona artık kolay ve kazançlı geliyordu. 1897 yılının bir kış gecesinde 24.Caddedeki dairesinde yeni bir deniz öyküsü yazmayı planladı. Bu bir uzun öykü olacaktı.
Hayali “Titan Kazası”Hayalinde dev bir yolcu gemisi vardı, asla batmayan bir gemi. Bir aşk teması üzerine kurulu olan öykünün kahramanları bu dev gemiye binip, İngiltere´den ABD´ye gidiyorlardı ve aşk hikayesi dünyanın en lüks gemisinde sürecekti. Ama öykünün hayali kahramanları beklenmedik bir sürprizle karşılaşacaklar ve bir deniz kazası batmaz denen gemiyi okyanusun dibine yollanacaktı. Robertson´un teması buydu, oturup yazmaya başladı ve öyküye iki isim verdi; "Futility"yani "Nafile" ve "Titan Kazası"... Evet, yanlış okumadınız; Titan... Şimdi beraberce Robertson´un romanından bİr bölümü; "Titan"ın batış sahnesini okuyalım.
"Gözcü haykırdı; ´buzdağı! Birinci subay, kaptana haber verdi ve derhal makine dairesine tornistan yani geri git emri verildi. Fakat dev gemi durmuyordu, hızını kesmesi için zaman lazımdı ve sisler arasında görünen buzdağı yaklaşıyordu. Aşağıdan ise orkestranın ve eğlenen insanların sesleri duyuluyordu. Sonra buzdağı gemiye ulaştı, bu arada gemi ters çalışan pervanelerin gayretiyle yan dönmüştü ama yetersizdi ve kaptanla yardımcılarının çaresiz bakışları arasında buzdağı Titan´ın sancak tarafına çarptı. Darbe hafifti hatta pek hissedilmedi, kaptan o anda ucuz atlattık diye düşünüyordu. Ama birkaç dakika sonra gemi birden yan yattı, buzdağı asıl yarayı su kesiminin altında açmıştı, yara öldürücüydü çünkü uğursuz buzdağı Titan´ın bordasını jilet gibi keserek, parçalamıştı."
Daha sonra Robertson öyküye; gemi hızla su aldığını. Alarm verildiğini, filikaların indirilerek, önce kadınlar ve çocuklar bindirildiğini, yardım çağrıları yapılırken, Avrupa´nın en ünlü ve zengin ailelerinin mensuplarnın birbirlerine ebediyen veda ederken, dev yolcu gemisi Titan’ın buzlu kutup sularına hızla gömüldüğünü anlatarak devam ediyordu.
İnanılmaz kehanet gerçekleşiyor...
Ve Robertson 1898 yılında öyküsünü küçük bir kitap olarak yayınladı. Kitap onu çok daha sonra ölümsüz yapacaktı, dünyanın en çarpıcı ve en dehşet verici kehanetini yazmıştı ama sonuç yayınladığı dönem için aynen kitabın adı gibiydi yani "Boşyere" Aradan 14 yıl geçti ve başka bir zamanda, başka bir gemi, asla batmaz denen dünyanın en lüks ve en büyük yolcu gemisi Titanik, İngiltere’nin Southampton limanından yeni dünyaya doğru denize açıldı. Sonra, 1912 yılında 14 Nisan´ı, 15 Nisan´a bağlayan gecede sisler arasından birden ortaya çıkan bir buzdağı batmaz denen Titanik’in katili olacaktı. Yukarda okuduğunuz Robertson´un romanındaki batış sahnesi aynen gerçekleşti. Sadece o kadar mı? Bakın Morgan Robertson Titanik´den 14 yıl önce yazdığı romanında daha neleri bilmişti;
Robertson´un romanındaki Titan adlı gemi Southampton limanından yola çıkıyordu ve 14 yıl sonra Titanik de aynı limandan yola çıktı.
Romandaki gemi ile, Titanik arasında sadece 4 metre fark vardı. Titan 248 metre, Titanik 252 metreydi.
İki geminin ağırlıkları da çok yakındı. Robertson romanında Titan´ı 70.000 ton ağırlığında yazmıştı; Gerçek Titanik ise 66.000 tondu.
Her iki geminin de üç pervanesi vardı ve her ikisi de 3000’er yolcu taşıyorlardı. Gerek romandaki hayali Titan´a gerekse de gerçek Titanik´e Avrupa´ nın sayılı zenginleri ve ünlü aileleri binmişlerdi.
Daha da ötesi var;
Robertson´un romanındaki dev Titan, New Foundland yakınında; Kuzey Atlantik´ de bir buzdağına çarparak battı ve işte inanılmaz ama gerçek; Talihsiz Titanik de 14 yıl sonra aynı koordinatta, aynen romandaki benzeri gibi bir buzdağına çarparak okyanusa gömüldü.
Ve her iki gemide de; yeterince cankurtan filikası yoktu; Robertson romanındaki gemide 24 filika bulunduğunu yazıyordu; Titanik´de ise 22 filika vardı ve bu yüzden can kaybı büyük oldu.
Sonra...Gerçek kazanın sonucunda 1513 yolcu boğularak öldü ve kayboldu. Aynen 14 yıl önceki romanda yazıldığı gibi... Robertson´un romanındaki Titan´da ise 1500 kişi ölüyordu. Her iki gemi de 3000 kişilikti ve Titanik´e 2224 kişi binmişti.
Aynı asla batmaz denen gemi,
Aynı yerden aynı yere yolculuk,
Aynı tarihte, aynı yerde kaza,
Aynı buzdağı ve aynı tür batış,
Aynı yolcu ve ölü sayısı,
Hatta iki gemi de batarken orkestranın ilahi çalmasına kadar...
Bir kez daha okuyun ve düşünün...
Büyük kehanet farkedilmiyor...Morgan Robertson başarılı olamadı, kitabı satmadı, daha sonra yazdıkları da ilgi görmedi. Bunalıma girerek, bir hastanede psikolojik tedavi gördü. Sonra yeni biröykü yazdı, bir Fransız dergisinde yayınlanan bu öyküde de, denizaltılardan söz ediyor ve periskopu tarif ediyordu. Ama yine ilgi görmedi. Başarısız bir yazar olarak, Mart 1915´de bir otel odasında ayakta geçirdiği bir kalp kriziyle yaşama veda etti. Asıl inanılmaz olay burada çünkü Robertson mart 1915´de öldü. Yani gerçek Titanik´ in batışından üç yıl sonra...Ve hiç kimse Robertson´la ilgilenmedi, yine kimse farketmedi ve hiç kimse onun 14 yıl önce Titanik´i aynen nasıl anlatabildiğini merak etmedi.
Kimse onu anımsamadı, ta ki 1980´lerde inanılmaz olaylarla ilgili araştırmalar yapılıncaya kadar... Morgan Robertson;Titanik batmadan 14 yıl önce, gemiyle ve kazayla ilgili herşeyi tıpatıp aynen nasıl yazmıştı ? Raslantımıydı? O, başarısız bir yazar olarak tarihin karanlıkları arasında kayboldu, şimdi ise ruhu hatırlanmanın sevinci içinde olmalı... Kehanet sıradan bir iş değil, ve asıl gizem kendi yapısında, ne zaman ve nerede ortaya çıkacağı hiç belli olmuyor; oysa gelecekte nelerin olacağı konusunda çevremiz sayısız ipucu dolu; yeter ki görmek için çaba gösterelim. Titanik´ in gizemi burada da bitmiyor. Biri daha var;
"Denizde tehlikede olanlar için dua ediyoruz..."
Kanada, Winnipeg´de Rosedale Metodist Kilisesi´ndeyiz, Rahip Charles Morgan bir pazar sabahı erkenden kalkmış, o günkü ayin için hazırlık yapıyordu. Okunacak ilahinin numarasını karatahtaya yazdı. Tüm hazırlıklarını bitirdikten sonra, ayine kadar biraz uyumak amacıyla odasına çekildi ve derin bir uykuya daldı. Birden kendini çok canlı ve etkin bir rüyanın içinde buldu. Karanlıkların içinde, dev bir kütle vardı, dalgaların sesleri duyuluyordu, çanlar çalıyor ve Rahip Morgan´ın çok uzun yıllardır işitmediği bir ilahi duyuluyordu. Rüya o kadar etkili ve rahatsız ediciydi ki, Morgan uyandı, ilahi ve çan sesleri kulağından gitmiyordu. Saatine baktığında, fazla zaman geçmemiş olduğunu gördü, rüyanın kötü etkisinden kurtulmaya çalışarak yeniden uyumaya çalıştı ve yeniden uykuya daldı. Rüya tekrar başladı, ilahi, çan sesleri, karanlık, dalga sesleri ve devrilen dev kara kütle. Morgan bu kez, panikle uyandı ve kendini boş kiliseye attı, karatahtaya giderek o bir türlü kulaklarından gitmeyen ilahinin numarasını yazdı. Ayin saati gelmişti, cemaat toplanıyordu, Rahip Morgan ilahiyi başlattı, notalar kilisede çınlarken, aynı anda binlerce mil ötede okyanusun ortasında aynı ilahi buzlu denizi çınlatmaktaydı; "Duy, Kutsal Baba, Sana denizde tehlikede olanlar için dua ediyoruz." İlahi biterken, Rahip Morgan´ın gözlerinden yaşlar akıyordu. Aynı günün sonraki saatlerinde, Rahip ilahiyi okudukları sırada Atlas Okyanusu´nun derinliklerinde büyük dramın yaşandığını öğrendi. O gün, 14 Nisan 1912´idi ve Atlantik´in kuzeyindeki buzlu sularda Titanik suların içinde yokolmuştu.
Titanik’de bir gariplik var...
Titanik battığında, ünlü İngiliz gazeteci William T. Stead gemide bulunuyordu.1892 yılında Stead hikayeler yazarak yaşamını kazanıyordu. Gazeteciliğinin yanısıra Stead, ölüm ötesi ve Spiritüaliizm ile yani Ruhçuluk’la da ilgileniyor, araştırmalar da bulunuyordu. O yıl yazdığı kısa hikayelerden birinin adı neydi biliyormusunuz? "Titanik" ve yine Titanik´den 20 yıl önce...YineTitanik´de olduğu gibi, Stead´ın hikayesindeki Titanik´de bir buzdağına çarparak batıyordu. Ve Stead´ın yazdığı hikayede, Stead kendisini kazadan kurtulan biri olarak anlatıyordu. Ve; 20 yıl sonra gerçek Titanik batarken, o buzlu ve soğuk denize gömülenlerden birisi Stead´ ın gerçekten kendisiydi. Ama; sonu romandaki gibi olmadı çünkü kurtulamayacaktı. Zira bu roman gerçekti ve başka bir romancı tarafından yazılmıştı. O anda Stead ne düşünmüştü? 20 yıl önce yazdığı hikayeyi düşünüp, kurtulacağına inanıyormuydu? Bunu asla bilemiyeceğiz...
Biri daha var. Ama çok daha sonra; 1935´ de... William Reeves adlı bir denizci bu; İngiltere´den Kanada´ya giden "Titanian" adlı kömür yüklü buharlı gemi; soğuk bir Nisan gecesinde Kuzey Atlantik´de seyrediyordu. Bütün denizcilerin ezbere bildikleri o uğursuz yere; Titanik´in battığı noktaya varmışlardı. Reeves, güverteden denize bakarak yıllar öncesindeki olayları düşlüyordu. Ve o gün Reeves ´in doğum günüydü, olabilir ama Reeves´ in doğduğu tarih çok önemliydi, çünkü Reeves 14 Nisan 1912´ de doğmuştu. Yani Titanik´in battığı günde. İşte tam o günde; Titanik´in battığı günde Reeves doğum gününü; Titanik´ in battığı yerde kutluyordu. Ve birşey oldu... Reeves birden, suların kaynaştığını ve dev bir buzdağının geminin yolu üzerinde belirdiğini gördü. Tam o anda da, köprüden alarm verildi. Uzaklık yeterliydi. Mürettebat gemiyi zamanında durdurdu, buzdağının yanından geçeceklerdi ama olmadı... Çünkü bir saat içinde çevreleri; yüzlerce buz kütlesi tarafından sarıldı. Artık hareket etmelerine imkan yoktu. Reeves ve arkadaşlarının içinde bulundukları Titania adlı gemiyi, ancak 9 gün sonra yetişen buz kırma gemileri kurtardılar. Neden? Buzdağları o korkunç gecenin yıldönümünde, bir grup denizcinin orada bulunmasını mı istemişlerdi ?
Evet... İnanılmaz ama gerçek zira Titanik´ in gizemi şaşırtıcı. Titanik şimdi okyanusun derinliklerinde uyuyor sadece bir kez ziyaret edildi. 1 Eylül 1985´de Amerikalı ve Fransız uzmanlardan kurulu bir sualtı ekibi onu buldu ve görüntüledi. Morgan Robertson; Titanik batmadan 14 yıl önce, gemiyle ve kazayla ilgili herşeyi tıpatıp aynen nasıl yazmıştı, raslantımıydı? William T. Stead 20 yıl sonra içinde öleceği geminin adını ve kendisinin de içinde bulunduğu öyküsünü, hangi raslantı sonucunda yazmıştı? Titania adlı gemiyle, Titanik´in battığı günde doğan ve doğum gününde Titanik´in battığı yerde bulunan Reeves´ in buzdağları tarafından 9 gün hapsedilmesi de raslantımıydı? Düşünür Voltaİre diyor ki; "Belki de raslantı dediğimiz şey; belirli bir şeyin bilinmeyen nedenidir..." Robertson, Stead ve Reeves bizim gibi birer insandılar. Bizler gibi normal ama bilinmeyen yönleri olan insanlar. Her insan gibi... Ve siz de; bilinmeyen raslantılarla her an karşılaşabilirsiniz...
Titanik´den sesler;
Kazadan kurtulanların anıları;"Kazadan bir gece önceydi, karım başıma Titanik´in sahibi olan White Star Şirketi´nin ambleminin bulunduğu kepi giydirdi, güvertedeydik ve tam o anda gökde bir yıldız parçalara ayrılarak dağıldı. Karım bundan hiç hoşlanmadığını söyledi. "
Kamarot Arthur Lewis
"Babam heyecanlı, annem moralsizdi ve hayatımda ilk kez onun ağladığını gördüm. Umutsuzdu ve birşeylerin yolunda gitmediğini söylüyordu. Yedi yaşındaydım ve daha önce hiç hiç gemi görmemiştim. Çok büyüktü, herkes çok heyevanlıydı, kamaraya indik, babam anneme yatmasını ve sakinleşmesini söyledi ama annem bütün gece oturdu, ta ki kazaya kadar ve sadece ben kurtuldum. "
Eva Hart
"Woolston´da yaşıyorduk, okul öğleyin tatil edildi ve Titanik´in limandan ayrılışını görmeye götürüldük. Öğretmenimiz başımızdaydı, sonra Titanik yavaş yavaş iskeleden ayrılmaya başladı; bu onu son görüşümüzdü, Southampton sularında gittikçe uzaklaşıyordu. Yanımda yaşlı bir adam vardı, eliyle iyi şans işaretleri yaptıktan sonra başını salladı, sonra yüksek sesle hiç umut olmadığını söyledi."
Lois Brown Jacobs
Nasıl battı?
Titanik nasıl battı? O kadar çok kuram var ki; bunların en yenilerinden bir tanesi kasıtlı batırıldığı yolunda; tabii ki sigorta parası için. Ama buzdağının nasıl gemiye çarptırıldığının cevabı yok, yanlız ilginç iddialar ortaya atılıyor. Titanik´in Kuzey Atlantik´in derinliklerinde yattığını hepimiz biliyoruz. Buzdağı, gemiye sancak tarafından çarpmış ve çelik levhaları yarmıştı. Ünlü tiyatrocu Thomas Andrews gemi batarken ön tarafta bulunan beş su geçirmez kamaranın birisindeydi. Çarpmanın hemen ardından kamaralara buzlu deniz suyu dolmaya başladı. Aslında kamaraların sadece birisi delinmişti ama su kolayca diğerlerine de geçti, Andrews olayın tanığıydı yani su geçirmez denilen kamaralar su geçiriyordu. Aynı şey su geçirmez denilen alt bölümlerde de oldu ve Titanik bu yüzden kolayca battı. Jack Thayer, Titanik´in batmadan evvel su yüzeyindeyken iki bölündüğüne inanıyor ve anlatıyondu ama çok kişiye göre kaza böyle olmamıştı fakat 1985´de
Dr. Robert D. Ballard, Titanik´i okyanusun dibinde iki parça olarak buldu. Ballard ve ekibi Titanik´in pruvasından kırıldığını belirledi çünkü yara alınca gerilime dayanamamış ve denizden evvel içeri dolan sert havanın basıncıyla ikiye bölünmüştü. Bugün iki parça birbirlerinden yarım kilometre uzaklıkta ayrı yönlerde duruyor.
Titanik´in batış nedeni söylenceleri az değildir;
* Titanik, kardeşi Olympic´le beraber sigortalanıp, ikisi de kasıtlı mı batırıldı?
* Mürettebat ve Kaptan Smith sarhoş muydular?
* Gemi subayı Murdoch, neden kendini öldürdü?
* Kaptan Smith´in de intihar ettiği, telsizle gerçekten bildirilmiş miydi?
* Niçin görevliler dürbünle çevreyi gözlemediler? Oysa bu yapılsaydı, buzdağı çok önceden görülebilirdi.
* Titanik buzdağını son anda görüp dönmeye çalışırken, önce kıçından sonra da önünden iki defa mı yara aldı.
* Su geçirmez bölmeler neden açıktı?
* Söylendiği gibi Californian adlı gemi veya bilinmeyen bir diğer gemi, Titanik´i batarken görmesine rağmen yardıma gelmedi mi? Kurtulanlardan birçok kişi, bir geminin ışıklarını gördüklerine dair yeminler ediyorlardı.
Bunları biliyor musunuz?
* Biliyor muydunuz... Bazı yolcuların köpekleri güvertede bulunan köpek kulübelerindeydi. Bunlardan birisinin değeri 750 £´du ve 1912 yılında bu miktar çok büyük bir paraydı. Bugünkü değeri 300.000 £ olarak hesaplanıyor.
* Biliyor muydunuz... İkinci Dünya Savaşı sırasında, adı "Titanic" olan bir propaganda filmi yapıldı. Gemide gizli olarak bulunan bir Alman subayının hikayesiydi.
* Biliyor muydunuz... Yolcuların bazıları, gemi batmadan biraz evvel, jimnastikhanede bisiklete biniyorlardı.
* Biliyor muydunuz... Titanik´in birinci sınıf kamaralarının ve dinlenme salonunun bazı pencereleri ve kepenkleri, İngiltere Alnwick´de bulunan White Swan Oteli´nden alınmıştı.
* Biliyor muydunuz... Titanik´den kurtulan gemi subaylarının ve mürettebatın hiçbirisi yaşamlarının kalanında mesleklerini sürdürmelerine rağmen asla kaptan olamadılar.
* Biliyor muydunuz... Titanik, Southampton´dan ayrıldıktan hemen sonra kömür depolarında yangın çıkmış ve söndürülmüştü.
* Biliyor muydunuz... Kurtulanlardan birisi olan gemi subayı Murdoch, gemi batmadan evvel intihar etti, aslında elindeki tabancayla kalabalığın filikalara hücüm etmelerini engellemekle görevliydi.
* Biliyor muydunuz... Gemi batmaya başladıktan sonra uzaklaşan ilk cankurtaran filikasında sadece 28 kişi vardı, oysa filika 64 kişilikti.
* Biliyor muydunuz... Titanik limandan ayrılmadan evvel demirlerini alırken, çıpaların birisi yakınındaki bir geminin iplerine takıldı ve neredeyse onu batırıyordu ve geminin adı Titanik´in asla göremeyeceği limanın adıydı; "New York"
* Biliyor muydunuz... Faciadan hemen sonra, New York´da bir söylenti yayıldı; Titanik´in batış nedeni bulunmuştu çünkü kargonun konulduğu yerin gizli bir bölmesinde demir kafesli bir sandığın içinde bir lahit vardı. Lahit ve içindeki Mısır kralının mumyası, ABD´de gizlice satılmak üzere eski eser kaçakçıları tarafından gemiye yüklenmişti. Mısır inançlarına göre bu hırsızlık, tanrılara karşı bir hakaretti ve Anubis´in kudreti buna izin vermezdi. Tanrılar Titanik´i batırdı ve mumya denizin dibini boyladı. Belki... İki yıl sonra, söylenti yine başladı ama bu kez farklıydı; mumya batmadan evvel kaçırılmıştı yani gemide bulunan kaçakçılar veya kaçakçı gemicilere rüşvet vererek, mumyayı ambardan çıkarttırmış ve bir filikaya yükletmişti. Ve şirketin subaylarından birisi bu öyküyü onaylıyordu. Sonra kaçakçı rüşvet vermeye devam ederek, mumyayı Carpathia gemisine yüklemeyi de başararak, New York´a getirdi. Ama şansı orada sona erdi, satış yapılamadı, kimse mumyayı almıyordu. Kaçakçılar mumyayı geri götürmeye karar vererek, bu kez Empress Of Ireland adlı gemiye yüklediler ve Empress Of Ireland´da battı ama mumya yine kurtarıldı ve Ameriya´ya geri döndü. Sonuncu kez yine bir gemiye yüklenerek, yola çıkarıldı ama kader kararından dönmüyordu. Üçüncü gemi de torpillenerek batırıldı. Geminin adı Lusitania´idi. Kimliği bilinmeyen gizemli firavun sonunda huzura kavuşmuştu.
* Biliyor muydunuz... Titanik mitleri neredeyse sonsuzdur. Örneğin Kaptan Smith´in bir bebeği kurtararak, bir filikaya kadar yüzerek götürdüğü ve sonra yine yüzerek geriye döndüğü ve gemiyle beraber battığı anlatılır. Weekly World News gazetesine göre olay gerçektir. Titanik´de bulunan altınların ve mücevherlerin miktarı bilinmiyor zaten kargo kesin olarak belgelenmemişti; ama gemide kesin olarak bulunan Ömer Hayyam´ın el yazması mücevher işli "Rubaiyat"ı büyük kayıptı. Kargo listesinde, bir de yeni Renault otomobil vardı,
Kim uğursuzdu?
İki gazeteci olan John Eaton ve Charles Haas´a göre, mumyanın kaderini paylaşan gerçek birisinden söz ediyorlar; adı Frank "Lucky-şanslı" Tower. Tower, belki de gezegenin en uğursuz denizcisiydi. İlk önce Titanik´de ateşçiydi, kazadan yüzerek kurtulmuş ve ölümü atlatmıştı sonra o da Empress of Ireland´ın mürettebatına katıldı ve o da battı, Tower bu kez çok zor kurtulmuştu. En son işini bulduğunda mutluydu ama bu uzun sürmedi, Lusitania´da iş bulmuştu, gemi ayaklarının altında sulara gömülürken Tower haykırıyordu; "Şimdi zamanı geldi mi?" Bu öykü iki gazeteci tarafından anlatılmasına ve Ripley´in ünlü "İster inan, ister inanma" külliyatında yer almasına rağmen, tarihçiler tarafından onaylanmadı; tarihçiler üç geminin mürettebat listesinde bu isimde birisinin bulunmadığını söylüyorlardı. Ripley ise, gemicinin adının farklı olduğunu söylerek, işin içinden sıyrıldı; peki üç gemide de aynı isimli biri var mıydı? Evet, bir değil, birkaç kişi vardı ama bunların aynı kişiler olup olmadığı asla anlaşılamadı. Fakat bunlardan birisinin öyküsü kesin gerçekti; Aslında Titanik´in kamarotlardan Violet Jessup, White Star Gemi Şirketi´nin gerçekten de lanetli kişisidir. Genç kadın, önce şirketin Olympic gemisindeydi, geminin Hawke şilebiyle çarpışıp batmasından kurtuldu, sonra Titanik´de de hemşire asistanı olarak görevlendirildi ve yine kurtuldu. Violet, Şirketin üçüncü gemisi olan Britannic´de görevini yaparken son yolculuğuna çıkmıştı. Violet´in kaderi White Star Şirketi´nin gemileriyle aynıydı.
Tunguska, geleceğin habercisi mi?
Araştırmacılar, Tunguska ağaçlarına gömülmüş zerrecikler (partiküller) buldular ve bu partiküllerin altında dünyadışı bir imza vardı. Bilgisayar animasyonları uygulanarak, bir meteorun atmosferde yanmasından veya bir asteroidin parçalanmasından sonra geriye nelerin kaldığı araştırıldı. Bazı uzmanlar daha fazla tartışma taraflısı değildiler, patlamanın nedeni bir meteordu, asıl sorun meteorun ne tür bir meteor olduğuydu. Tunguska, bilimciler için hala gizemlidir; çözüm sözcüğü heyecan veren bir davete benzer ama bu davetin içeriğinde laboratuarlarda harcanan uzun saatler ve günlerce süren yolculuklar sonucunda eli boş dönmek vardır. Henüz çok pratik bir yöntem bulunmamıştır; kuyruklu yıldızlar veya asteroidler bilinen cisimlerdirler ve Güneş Sistemi´nin tarihinin önemli bir bölümüdürler. Örneğin 1994 yılında Shoemaker-Levy kuyruklu yıldızı, Jüpiter´in "kara göz" üne çarptı. Patlayıcı özelliği olan büyük göktaşlarının en son 65 milyon yıl evvel dünyaya yağarak, dinozorları toptan yok ettiği düşünülmektedir ve bugün de insan uygarlığı aynı bilinmeyen risk ile her an karşı karşıyadır. Aslında Tunguska´da 1908 yılındaki o korkunç gün, bir anlamda da bize gelecekte göklerde nelerin saklı olduğunu işaret etmektedir.
Ömrünü Tunguska´ya harcadı ama esir kampında öldü.
Tunguska´ya giden ilk bilim adamı olan Leonid Kulik, bir Rus jeoloğu idi, uzun yıllar boyunca Sibirya´nın birçok bölgesinde meteor parçacıklarını araştırmıştı. 1927´de Tunguska panoramasını yani parçalanmış, yanık ve devrilmiş sayısız ağacı ilk kez gördü. Aklına hemen çok büyük bir yangının tüm bölgeyi etkilediği geldi. Sonraki 14 yıl içinde Kulik, Tunguska´ya dört kez daha gitti. Kulik´in ekibi, ezilmiş, dağılmış ve bataklıklara gömülmüş ağaçların sayısız fotoğrafını çekti, bıkmadan, usanmadan meteor parçacıkları aradılar ama tek bir parçaya dahi raslayamadılar.
Çeşitli tanıklarla görüştüler, karşılaştırmalar yaptılar, abartmaları, yalanları belirlediler. Hemen hemen tanıkların yarısı, kuzey göğünden gelen bir ateş topunu görmüşlerdi ama diğerleri kuzeybatı veya batı yönünden söz ediyorlardı. Bütün araştırmaların sonucunda ortaya çıkan tek şey, karışık ve önemsiz bilgilerden başka birşey değildi. Kulik, hala cehenneme neden olan şeyin doğal olarak bir meteor olduğunu düşünüyordu. Kulik, 1942´de bir savaş mahkumu olarak öldü ve ondan sonra ellili yılların sonuna kadar hiçbir bilim ekibi bir daha Tunguska´ya gitmedi.
Uzaydan birşey geldi ama neydi?
Olayı bir kez daha dürten ilk kişi, bir Sovyet ordu mühendisi olan Albay Alexander Kazantsev´di. 1946´da yazdığı kısa bir makalede, Tunguska felaketine ancak nükleer bir patlamanın neden olabileceğini belirtti ama insanlar 1908 yılında insanlar böyle birşeyi yapamazlardı, yani tek neden bir uzay aracının patlaması olabilirdi. Sonraki yıllarda öykü SSCB´de birçok kez gündeme geldi ve yazılar yayınlandı. Bunların en popüleri ve başarılısı "Guest From Space/Uzaydan Gelen Ziyaretçi" idi. Genç Sibiryalı bilimciler, Kazantsev´in iddialarıyla uğraşıp durdular, onun Tunguska´da hala ölçülebilir bir radyoaktivite düzeyinin bulunduğunu iddia etmesine karşı çıkıyorlardı. Sibirya´daki Tomsk kentinde İyonize radyasyon uzmanı olan Victor Zhuravlyov; "Kitabın gerçek olduğunu kanıtlayan birşey bulmayı çok istedik." diyordu. Eğer böyleyse, bilim adamların gerçekte ne olduğunu anlamaya niyetli oldukları pek söylenemezdi. Aynı kentte bulunan Biyoloji ve Biyofizik Bilimsel Araştırmalar Enstitüsü´nün direktörü olan Gennady Plekhanov ise; "Birkaç yıl boyunca Tunguska sorunun çözülmüş olduğunu düşündük." diyordu. Ama ikisi de hatalıydılar, Plekhanov 1959 ve 60´da iki Tunguska seferini yönetmişti, düşük düzeyde radyasyon izi ve ufalanmış patlayıcı meteor parçacıkları arıyor ve; "Gerçekten çok uzaktık, herşey düşündüğümüzden daha karışıktı." diyordu.
20 megatonluk patlama
1961 baharında, Plekhanov hayal kırıklığı ile dolu bir rapor yayınladı ve Rusya´nın en önemli bilimsel enstitülerinden birisi olan Moskova´daki Kurchatov Atom Enerjisi Enstitüsü´nde bu doğrultuda bir konuşma yaptı. Gizemle ilgili boş bir tablo çizdi, grubunun çalışma alanında çok dikkatli bir çalışma yaptığını anlattı ve anlattıkları bilim adamlarından sıcak bir ilgi gördü. Rus bilim adamlarının Tunguska´ya gidişinden sonra, hemen her yaz döneminde çeşitli bilgiler derleniyor ve araştırmalar sürüyordu. Bunların en önemlis yanık ağaçların bulunduğu tüm bölgeyi her ayrıntısına kadar gösterin bir haritanın yapılmış olmasıydı. Bu başarının sahibi, Tomsk Üniversitesi matematikçilerinden olan, 60 yaşındaki Wilhelm Fast´dı; Fast, 1960´da Tunguska ekibine katılmıştı ve "Yanık ağaçları ilk kez gördüğümde uyanmıştım." diyordu. Fast ve yardımcıları inatçı ve ısrarlı bir çalışmanın sonunda, yanık ve kırık ağaçların bulunduğu 220.000 hektarlık bir alanın haritasını çıkarmayı başardılar. Bu harita, büyük bir özenle 35 yıl boyunca geliştirildi; başka bilim adamları ağaçların dağılımlarını ve aldıkları şekilleri uzun uzun inceleyerek bir sonuca vardılar; patlamanın rüzgarı 7.5 km uzunluğundaki bir alanda, 10/20 megatonluk bir TNT enerjisi oluşturarak, doğudan batıya doğru yayılmıştı.
Sır reçinenin içinde saklı;
30 yıl boyunca Tunguska, sadece Rus bilimcilerinin inceleme konusu olarak kaldı. Tunguska´ya en yakın olan iki büyük kent olan Tomsk ve Krasnoyarsk, askeri teknoloji merkezleriydiler ve yabancıların girmesi kesinlikle yasaktı. Ancak1989´da Soğuk Savaş´ın bitiminden sonra yabancı araştırmacılar bölgeye gelip araştırmalara başlayabildiler. Aralarında Bologna Üniversitesi´nden İtalyan fizikçi Menotti Galli´de vardı. Galli 40 yıldan beri, kozmik radyasyon üzerinde çalaşıyordu ve özellikle de uzaydan gelen yüksek enerji partiküllerinin, ağaçlardaki selüloz katmanlarında oluşturdukları ağır karbon izotoplarını inceliyordu. Ağaçlardaki bu karbonik birikimin yıllık gelişimi ve miktarı bir kesit alındığı zaman, halkalar halinde görülebiliyor ve izlenebiliyordu. İşte Tunguska gizeminin cevabı burada saklıydı. Galli, Tunguska karanlığına 1990 yılında yapılan araştırma gezisinde daldı ve çeşitli ağaçlardan örnekler aldı; dallardan ve ağaç gövdelerinden 30 cm. çapında, 5-6 cm kalınlığında halka kesitler alıyordu. Geçen yıllar içinde yeniden gelişmeye çalışan ölü dallarda bir enfeksiyon vardı yani deriye batan bir kıymık gibi, halkalarda yoğunlaşan ve biriken kırıklar vardı. Ama Galli, bu durumdan hoşnuttu ve daha iyi olduğunu düşünüyordu. 1908 patlamasından önce ölmüş olan dallar ve ağaçlarda sonradan sızan reçine koruyucu bir doku oluşturmuş ve enfeksiyonu engellemişti. Eğer Tunguska´ya patlayıcı bir meteor patlamışsa ormana yayılan zerrecikler, bu reçine tabakalarının içine hapsolmuşlar ve dokunulmamış olarak kalmışlardı.
Meteorların özellikleri
Galli, patlayıcı meteor düşüncesine, çeşitli yönlerden yakındı ama bu bir kuyruklu yıldızın buzdan oluşmuş parçası da olabilirdi, Güneş Sistemi´nin oluştuğu çok önceki dönemlerde varolan bir kuyruklu yıldız, zaman zaman Pluto´nun ötesindeki evinden gelerek, dünyanın yakınından geçmiş ve geçerken de bir parçası dünyaya düşmüş olabilirdi. Öte yandan çok çeşitli meteor türlerinden birisi de olabilirdi. Meteoritler çoğunlukla serseri yani düzensiz dolaşan eski asteroidlerdirler ve dağılmış veya parçalanmış gezegenlerin enkazıdırlar. Temel olarak düzensiz mineraller içerirler, bazıları zengin organik karbon (carbonaceous chondrites) yüklüdürler. Bazı meteoritler zengin demir içerirler, her meteoritin bir özelliği vardır ve buna göre sınıflandırılır; organik karbon yüklü meteorlar soğuk ve küçük asteroidlerin parçalarıdırlar ve Asteroid Kuşağı´nın dışında bulunurlar. Güneş´e yaklaştıkça, ısı yüzünden artan karbon bileşimleri, asteroidlerin içinde sıkışmaya başlarlar, ayrıca birçok büyük asteroidin çekirdeği demirdir.
Sanık; bir kuyruklu yıldız
Galli´nin çalışmalarında yanında yardımcısı ve dostu Giuseppe Longo vardı. Longo 36 yıllık bir nükleer fizikçiydi ve nükleer reaktörlerde oluşan atomaltı parçacıklar konusunda uzmandı ve Tunguska´yı görür görmez bölgede bir öğütülmenin veya ufalanmanın oluştuğunu hesapladı. Galli ile Longo, 1970´lerde Amerikalı bilimcilerin geliştirdikleri bir hipotezle ilgili testi uygulamaya karar verdiler. Eğer Tunguska´da bir kuyruklu yıldız patladıysa bu hipotez işe yarayacaktı çünkü kuyruklu yıldızın izleri tanımlanabilirdi. Kuyruklu yıldızın içerdiği hidrojen sıkışmış ve ve atmosfere büyük bir hızla girdiğinde ısınmıştı, bu helyumda fünyenin erimesi gibiydi yani hidrojen bombasını patlatan tetik gibi. İşte patlamanın nedeni bu olabilirdi. Patlamada ortaya çıkan yüklü nötrön parçacıkları, atmosferde nitrojen atomlarıyla birleşirler ve ağır karbon 14 nötrönları oluştururlar. Longo;"Eğer böyle birşey olduysa, ağaçlardan kestiğimiz halkalarda karbon 14 bulacağız." diyordu. Ama olmadı, karbon 14 yoktu, böylece patlama nedenlerinin arasından kuyruklu yıldız çıkarıldı, en azından suçlanma oranı azalmıştı. Bu sonuca rağmen Galli ve Longo çalışmalarına ara vermediler, yeterince veya doğru örnek almadıklarını düşünüyordular ve 1991 yazında Tunguska´ya yapılan yeni bir yolculuğa katılarak, yeni örnekler almaya karar verdiler.
Bilim bataklıklarda savaş veriyor
Araştırmacılar Vanavara adlı Sibirya kentine uçakla gittikten sonra, oradan bir helikopterle 64 yıl önce Kulik´in kamp kurduğu yere indiler. Dış dünya ile tek bağlantıları bir radyo-telsizdi, susuzluklarını gidermek için gittikleri gölün suyunda milyonlarca sivrisinek larvası vardı; Galli sonradan "Çok zor on gündü." diyecekti. Ama daha zor olanı doğru ağaçları bulmaktı, patlamadan etkilenmemiş düzinelerce ağaç vardı ama çok az reçine üretmişlerdi yani zengin reçine özüne sahip bir ağaç bulmak kolay değildi, İtalyanlar her gün 8-10 km. yürüyüş yapmak zorundaydılar. Sonuçta altı ağaç bulmayı başardılar ve 13 örnek aldılar, patlama yerinin yakınındaki ağaçların köklerini de inceledikten sonra, yardım çağırarak Tomsk´a doğru yola çıktılar, oradan da hemen Bologna´ya dönerek örneklerin analizi için fizikçi Romano Serra ile beraber çalışmaya başladılar. Elektron mikroskoplarıyla çalışıyorlardı, X ışınları tarayıcısını da kullanarak, parçacıkları aramaya başladılar. Çalışma iki yıl sürdü, sonunda parçacıkların üç ayrı dönem içindeki gelişimini inceleyerek, sınıflandırdılar. Dönemler 1885-1901, 1902-1914 ve 1915-1930 olarak belirlenmişti. 1902-1914 dönemine ait verilerde bir farklılık vardı; parçacıkları yüksek düzeyde bakır, altın ve nikel içeriyorlardı yani bunlar ağır protonlardılar. İtalyan araştırmacıların merak ettikleri şey; parçacıkların kökeniydi. "Bu parçacıkların Tunguska olayı ile nasıl ilişkili olduğunu bulmak en önemli ve en büyük sorudur." Longo böyle diyordu. Sonuç olarak birşey bulunmuştu şimdi sıra bu parçacıkların nasıl olup ta, ağaçlara saplandığını ve neye ait olduklarını bulmaktaydı. Ayrıca parçacıkların çok yüksek bir ısı altında oldukları da belirlenmişti; Longo; "Patlama dalgası parçacıkları yüzeydeyken eritmemiş çünkü yüzeyde iletkenlik azmış yanı erimiş parçacıklar doğrudan kozmik cisimden gelmişler." Peki ama bu cisim nasıl birşeydi? Longo burada susuyordu ama şunları söylemekten de gerik kalmıyordu; "Yıllar boyunca astro fizikçiler kuyruklu yıldızların hidrojen ve helyum gibi hafif elementlerden oluştuğuna inandılar ama şimdi bazılarının çekirdeklerinin ağır elementlerden oluştuğunu düşünüyoruz ve hele bir de konu asteroit ise bulmak istediğiniz şeyi bulursunuz " Yani anlaşılıyordu ki, İtalyanlar Tunguska´ya uzaydan bir damganın vurulduğundan emin gibiydiler.
Sıra bilgisayarlarda...
İtalyan bu şekilde uğraşırlarken, Amerikalı bir grup araştırmacı Tunguska patlamasını bilgisayarlara programlıyarak, fizik kanunlarını böyle bir patlamada sınadılar. Çalışmanın başında Princeton´dan gezegen bilimcisi Chris Chyba ve NASA´dan Kevin Zahnle bulunuyorlardı. İkisi bir kuyruklu yıldızın atmosfere girmesini bilgisayarda canlandırdılar. Zahnle, cismin yere vurduğu anda atmosferde neler olduğunu merak ediyordu. Bilgisayar sonuçlarına göre, küçük cisimler atmosfere girince yanıyorlar ama büyük olanlar yeryüzüne ulaşıyordu. Fakat orta büyüklükteki gök cisimleri düşerken farklı birşeyler oluyordu. Cisim atmosferde yarılmaya başlıyor, hava basıncı önden çok büyük bir baskı yapınca cisim önden deforme olmaya başlıyor ama arkası aynı kalıyordu. Yani cismin üzerindeki güçlerin arasında büyük farklar oluşunca, yırtılmalar başlıyordu. Parçalarda da benzer güç alanları oluştuğu için patlamalar başlıyor ve kırık parçaların her birisi bir bombaya dönüşüyordu. Chyba ve Zahnle bir dizi olayın sonunda Tunguska´da ne olduğuna karar verdiler; Chyba; "Basit bir model oluşturarak Tunguska´yı çözümledik." diyordu. Ama hala sorun vardı çünkü AMES adlı bilim grubu, bu yaklaşıma karşı çıktı, cismin boyutu bilinmiyordu, hangi tür elementleri içerdiği bilinmiyordu, hızı neydi? Atmosfere giriş eğimi kaç dereceydi? Ağaçların eğimine bakılırsa 30-40 derecelik bir açı olmalıydı.
45.000 derecelik ısı;
Demir çekirdekli meteorlar çok güçlü ve yoğundular ama hızlıydılar yere vurdukları anda, en azından 50 km. çapındaki bir alana dağılmaları gerekirdi, kuyruklu yıldızların ise, yüzeye varmadan önce 25 km. yükseklikte patlamaları gerekiyordu. Bu yükseklik ise, ağaçlardan alınan örneklere uymuyordu zira ağaçlarda karbon parçacıkları vardı ve zengin karbon parçacıkları atmosfere 45 derece eğimle girdiklerinde patlarlar. Kısacası her durumda da atmosferde kalın ve çok geniş bir toz bulutunun oluşması ve çok uzun bir zaman güneş ışınlarını engellemesi gerekiyordu ama Tunguska´da olmayan tek şey de buydu çünkü ağaçlardaki klorofil oranı bunu göstermiyordu. Bu karşılıklı model çalışmasından sonra başka bilgisayar simulasyonları daha yapıldı. Los Alamos Ulusal Laboratuar´ından Jack Hills ve Patrick Goda, Hawaii Üniversitesi´nde yaptıkları çalışmalar sonucunda Chyba´nınkine benzer sonuçlara ulaştılar. Ama cevaplanamayan soru, meteor parçasına ne olduğuydu. Bir kısmı yanmış olabilirdi en azından % 10´u yüzeye yayılmış olmalıydı. Hills; "Bu cevabı bulursak, büyük meteorların neden bulunamadıklarını da anlayacağız." diyordu. İtalyan Longo buna yanıtı ise; "Aradan geçen bu kadar zamandan sonra, parçaları bulamayabiliriz." şeklinde oldu. Fakat en çarpıcı bilgisayar çalışmasını Tennessee Üniversitesi´nden Evans Lyne ve Richard Fought ile Stanford´dan Michael Tauber yaptılar, yola Chyba´nın varsayımından yani düşen bir gök cisminin patlamasından yola çıkmışlardı. Araştırma sonucunda, cismin atmosfere girdikten sonra 45.000 derecelik bir ısı oluşmuştu ve bu ısı cismin tamamını yakmıştı. Yüzeyi veya ağaçları yakan güç, bu dev ısının bir kısmının yüzeye yansımasıydı. Yani patlama yüzeyde değil, gökte olmuştu ve etkileri Tunguska´yı vurmuştu.
Küresel bir kıyamet yaşanabilirdi ama...
Bazı Rus araştırmacılar, Tunguska ile ilgili Amerikan çabalarını kuşkuyla karşıladılar. 1970´lerde patlamanın nedeni olarak bir asteroid değil, bir kuyruklu yıldız olarak kabul ediliyordu. Ama bunu kanıtlayacak bir kuyruklu yıldızın astronomik kayıtlarına raslanmadı yani bilinen tüm kuyruklu yıldızların hiçbirisinin rotası 1908 yılının Haziran ayında, dünyanın yakınından geçmiyordu. Batılı bilimciler kuyruklu yıldız düşüncesiyle hep alay ettiler çünkü astro-fizik çevrelerinde kuyruklu yıldızların çok hafif oldukları ve atmosferde hemen yanacakları kabul edilmektedir. Bu tür bir patlamanın oluşturacağı toz bulutu en önemli ve en geçerli kanıttır ama yoktur, en azından bir milyon tonluk bir cismin parçalanması sonucunda dev ve çok kalın bir toz bulutu muhakkak oluşacak ve bundan iklimler etkilenecektir. Caltech Jet Propulsion Laboratuarı´ndan Zdenek Sekanina; "Böyle bir olayın dünyadaki yaşam üzerindeki etkileri korkunçtur. Küresel bir kıyamete benzer ve nükleer kışla karşılaştırılabilir. İnsanlık üzerindeki etkileri tartışılamaz dahi, bunu hayal edemeyiz çünkü biz orada değildik." demektedir. Aslında tüm Rus bilimciler, kuyruklu yıldız senaryosuna katılmamaktadırlar. Longo ile aynı fikirde olanlar vardır; Tomsk Astronomi Gözlemevi´nden Gennady Andreev, Tunguska bataklıklarından hala ümitlidir ve o da Longo gibi örnekler almayı sürdürmektedir.
Yeni sanık bulunuyor; Deprem!
Daha kuşkucu Rus bilim adamları da vardır, yine Tomsk´dan Victor Goldin; "Problemin çözüldüğünü düşünmüyorum. Ancak bir meteorun veya bir cismin parçaları ya da parçası bulunduğunda çözüme ulaşılacaktır." demektedir. Bir diğer garip iddia ise, söz konusu parçaların bulunmuş olduğu ama SSCB döneminde saklandığı ve bir daha bulunmadığı şeklindedir ama bu çok yetersiz ve anlamsız bir iddiadır. Bu iddiaya karşı meteorolog Nina Fast; "Eğer bir meteor bulsaydık onu yakardık çünkü biz gizemlerden, çelişkilerden ve paradokslardan hoşlanıyoruz." diyerek şaka yapmaktadır. Egzotik kuramlar hala sürüyor ve özellikle de Rusya´da çok revaçta; yeni bir iddianın hedefi depremdir. Moskova Radyo Araçları Enstitüsü´nden yazar ve radyofizikçi Andrei Ol´khovatov, depremlerin sarsıntı yapmalarının ötesinde zaman zaman ışık patlamaları, ıslık, vızıltı ve tıslama sesleri oluşturduklarını söylemektedir. Eğer 1908´de Tunguska´da bir deprem olmuşsa, açığa çıkan enerji, sismik dalgaların yanısıra elektrik patlamaları oluşturmuş ve ağaçları yakmıştır. Ol´khovatov´un tezi, bazı tanıkların anlattıkları Tunguska´daki ışık patlamalarına ve seslerine uymaktadır; Ol´khovatov, benzerliklerin kendisini şaşırtığını söylemekte ve; "Bana göre en zayıf kuram meteor kuramıdır ve çözümle ilgili değildir. Ayrıca lokal gözlemcilerin anlattıkları tektonik yani tipik bir yer kabuğu hareketini hemen akla getirmektedir, daha da önemlisi patlama merkezinde çok eski bir volkan bulunmaktadır. " demektedir.
Bu bir fenomen ama doğanın fenomeni;
Ol´khovatov´un iddiaları saygın Rus yayınlarında yer almaktadır ama karşıt görüşler de çok sarsıcıdır. Depremlerde ışık ve ses oluşumları Richter ölçeğine göre 7 şiddetin üzerinde oluşmaktadır; toplanan veriler bunu gösterirler. Oysa Tunguska´da sismografların kaydettiği ölçek 5´dir. Bir diğer bilim adamı ise, yıkılan ve ezilen ağaçların aşağıdan değil, yukardan gelen bir güçten etkilendiklerinin açıkça ortada olduğunu belirtmektedir. Tartışmalar hala sürüyor. Ne olursa olsun, yine de en uç ve en zayıf iddia olan patlayan uzay gemisi kuramı bile şu anlarda ilgi görmektedir fakat bunun da bir kanıtı yoktur. Önemli olan tanımlamaya henüz ulaşılmış değil, diyebiliriz. Chyba; "Gereken bilgilere ulaştık, çok az veya birkaç bilgiye daha ihtiyacımız var çünkü gezegensel bilimde zor elde edilen küçük bir bilgi, çok uzun bir yolun aşılmasına neden olmaktadır." diyor. Tunguska´dan alınacak en önemli ders, çok sağlam bir kanıtın bulunmasanın ne kadar önemli olduğudur. Ama her geçen yıl, bu kanıtın bulunması daha zorlaşmaktadır. Bilim şimdiye kadar olduğundan çok daha büyük bir çabayla Tunguska üzerinde çalışıyor. Şimdilerde Ruslar ve İtalyanlar beraber çalışıyorlar. Kısacası, 89 yıl evvel Sibirya´da ne patlamış olursa olsun, bilim dünyası geniş bir planı zaman içine yayarak, bir dantel gibi işlemektedir. Ama bazen de, bilimin kuşkuculuğu ve rekabet anlayışı ister istemez yakalanan gerçeğin kaybedilmesine ya da fark edilmemesine neden olmaktadır. Özetle ve büyük olasılıkla Tunguska olayının ardında, ender raslanır veya henüz bilinmeyen ya da tek bir kez yaşanan bir doğa olayının olduğudur.
Göksel Terör Tablosu
Bu tablo, Anglo-Avustralya Gözlemevi´nden Araştırmacı Astronom Duncam Stelli Tarafından hazırlandı. Tabloda dünyaya yakın gök cisimlerinin tehlikeli olma oranları gösteriliyor. Yaklaşık olarak dünyaya yakın olan ve çapı 1 km´yi aşan 2.000 gök cismi bulunmaktadır, bunların herhangi bir tanesi bir kıyamete neden olabilir, sadece bir tanesinin dünyaya çarpması durumunda, insanlığın % 25´inin öleceği tahmin edilmektedir.
• Dünyaya yakın yaklaşık 10.000 göktaşının çapı 500 metredir.
• Dünyaya yakın yaklaşık 300.000 göktaşının çapı 100 metredir.
• Dünyaya yakın yaklaşık 150.000 göktaşının çapı 10 metredir.
• Bu potansiyelin % 70´i göktaşı grubundadır, ötekileri birer asteroittir.
• Dünyanın yakınından geçen asteroidlerin yaklaşık % 50´si sönük veya uyuyan kuyruklu yıldızlardırlar.
• Her 10 dakikada bir bezelye büyüklüğündeki bir meteor dünyaya düşmektedir.
• Her 1 saatte bir badem büyüklüğündeki bir meteor dünyaya düşmektedir.
• Her 10 saatte bir greyfurt büyüklüğündeki bir meteor dünyaya düşmektedir.
• Her bir ayda bir basket topu büyüklüğündeki bir meteor dünyaya düşmektedir.
• Her yüzyılda bir 50 m. çapındaki bir meteor dünyaya düşmektedir.
• Her 100.000 yılda 1 km çapındaki bir meteor dünyaya düşmektedir.
• Her 500.000 yılda 2 km çapındaki bir meteor dünyaya düşmektedir.
• Her 100.000 yılda 1 km çapındaki bir meteor dünyaya düşmektedir.
• Parabolik yani belli bir yörüngesi olan bir kuyruklu yıldızın, dünyaya yaklaşması 6 ay öncesinde belirlenerek, uyarı verilebilir.
Yüzyıllıkların Sırrı
Ortalama insan yaşamı dünya genelinde 60´larda son buluyor. Ama bunu aşanların sayısı hiç de az değil. İşte size bir araştırma; Ama asıl ilginç olan, yüzyılı aşan bu insanların hiçbirisinin ortak bir yönü olmaması. Aralarında sigara tiryakileri ve içki içenler var, hiç sebze yemeyip sürekli et yiyenler de veya hiç sigara, içki kullanmayanlar... Kısacası uzun yaşamın genel bir formülü yok, kişilere göre değişiyor. Galiba gizem, insanın kendisini iyi tanımasında saklı...
Kayıtlara göre, en uzun ömürlü insan, Japon çiftçi Shigechiyo Izumi´dur. Izumi, 120 yıl ve 237 gün yaşadıktan sonra 1986’da öldü. Sigara düşmanlarına inat, 116 yaşına kadar sigara içmeye devam etti, son dört yılında sigarayı bıraktı ama hergün şeker kamışı likörü (shoshu) içmeye devam etti. Aşağıda 111+yaş ve üstünde olanların listesi var. Kayıtlara resmen geçmemiş ama Izumi’den daha fazla yaşamış 24 kişiyi içeren 66 kişi vardır. Fortean Times dergisinde 111 ile 139 yaş arasında 37 kişinin de bir listesi bulunuyor. Ama bu kişiler, listede yer olmadığı için yazılmadılar. Ayrıca mantıksız ve kanıtsız bulunan birçok belge ve kişi listeye alınmadı.
Görünüşe göre, çok yaşamak için öne sürülen önerilerin başında az yemek yemek ve heyecanlanmamak geliyor. Gerilimli, maceracı ve heyecanlı bir yaşam, sizi vaktinden önce mezara sokabilir. Hayvanlar üzerinde yapılan araştırmalar göstermiştir ki, uzun yaşamanın en iyi yolu, alınan kalori miktarını düşürmektir. Önemli olan yağlar ve karbonhidratlar değildir. Anahtar, düşük proteinle beraber, yeterli mineral ve vitamini almaktır. Yüz yaşın üzerine çıkmış insanların çok bulunduğu toplumlardaki insanların daha ufak tefek oldukları ve batılı şişmanlardan % 40 daha az kalori aldıkları belirlenmiştir. Tabii ki her zaman istisnalar vardır. Mesela Amerikalı bir hurdacı olan Richard Lewis, 105 yaşına kadar yaşamıştır. Ayda 7 kg. şeker (haftada 1.75 kg.), haftada bir düzine yumurta, hergün bir ya da iki şişe Thunderbird şarabı, yağa batırılmış kızarmış domuz tüketirdi. Haftada bir aile boyu kızarmış tavuk yerdi ve günde on gün sigara içerdi. Lewis özel bir örnektir, zira tüm bilinen ve kanıtlanmış blimsel sonuçları yıkmıştır.
Belli bir coğrafi yükseklikte bulunan yerleşim merkezlerinde yaşayanların ömrü daha uzundur. Bu gibi yerleşim merkezlerinde kentsel yaşam biçimi ve yüksek kalorili yiyecekler yoktur. Bu bölgelerin içinde, Hindikuş Vadisi, Taşkent ve civarı, Çin’in Guangi bölgesi ile Ekvator’un Vilcabamba vadisi yer alırlar. Burada yaşayanlar acı bir pirinç şarabı içerler. Bu şarap kertenkele, yılan, köpek, geyik penisinden ve 40 kadar baharatlı bitkinin karışımından yapılır. Yüz yaşından fazla yaşayanlara daima bunun sırrı sorulur. Cevaplar genelde şaşırtıcıdır, 112 yaşında bir kadın olan Divi Bastolumas Barbados’taki Fontabelle pilajındaki şezlongunda yatarken kendisiyle yapılan röpörtajda uzun yaşamını biraz seks, biraz güneş, biraz içki, tembellik ve çocuksuzluğa bağlıyordu. İngiltere, Nottinghamshire, Aversham kentinde yaşayan 102 yaşındaki Henry Govier I. Dünya Savaşı’nda gazla zehirlenince, huzur içinde ölmesi için evine gönderilmişti. Fakat Govier ölmedi ve 1992’de 102. doğum gününü kutladı, sağlıklı bir kalbe sahip olmasının nedenini viskiye ve çukulataya bağlıyor. Benzer uzun yaşam biçimleri, 105 yaşındaki Polla Vanderpump, 101 yaşındaki Rhoda Renshaw ve 109 yaşındaki Ethel Tuch tarafından da anlatıldı. 107 yaşındaki Louisa Wright ise sağlıklı bir yaşamı hep kendi yolunda gitmesine bağlıyordu. 103 yaşındaki piyanist George Lunn uzun yaşamını süt lapasına bağlıyor. Lucy Pamsley (105) ve Etty Heaton (107)’da süt lapasının kerametini savunuyorlar. Bir kasabın kızı olan 100 yaşındaki Rose Troake ise dengeli bir beslenmeyi ve sosislerden uzak durmayı öneriyor. Fakat bilinen en ilginç cevap 114 yaşındaki Augusta Holtz’a aittir. Uzun yaşamanın sırrı sorulduğunda Zen Budizm´e uygun bir cevap vermiş: “Sadece doğum günü kutlamak.” Yaşlıları araştıan 45 yaşındaki Paul Sieveking, FT 111+Yaşam Listesi´ni hazırladı; işte bazı örnekler;
M’barek Rhıouı (Yaş: 147?); Fas, Azrou kentindeki evinde Mayıs 1991’de öldü. 12 kez evlendi ve geride 80 nin üzerinde çocuk bıraktı. Fakat gerçek yaşı bilinmiyor. 30 yaşlarındayken 1874’de Sultan Mouley Hassan’ın ordusunda bir subaydı.
Abdül Müen Attiya Kafi (145); 1842’de doğdu ve 14 Ağustos 1988 yılında Suudi Arabistan’ın Taif kentinde öldü. Kral Abdul Aziz’e hizmet etti.
Djedala Gouas (144); Cezayir’in en yaşlı kadınıydı ve Ekim 1988’de öldü. Hiçbir zaman doktora gitmedi, daima şifalı bitki satan kişilere danıştı. 108 yaşındaki oğlu ve 98 yaşındaki kızından daha çok yaşadı.
Barbara Yasaite (135+); Rusya´daki kayıtlara göre, 15 Temmuz 1855’te doğdu. Litvanya’nın Ramoshkiu kasabasında bir terziydi. 125 yaşında bacağı kırılana kadar hiç doktora gitmedi. Alkol, kahve veya çay hiç içmedi. Uzun ömürlülüğüne rağmen hiçbir erkekle beraber olmadı. “Erkekler politika ve savaş yaparlar, bu nedenle birinin bile hayatıma girmesini düşünmedim” demişti.
Gong Laifa (132+); Mart 1862’de doğdu ve Çin’in Guizhou eyaletinde Nisan 1994’e kadar yaşadı. Gong Laifa, pirinç tarlasında günde 11 saat çalışıyordu. Uzun ömrünü temiz yaşama, sıkı çalışmaya, ve bekar olmasına bağlıyordu. Xinhua Haber Ajansı; “Yüzyıllarca süren rutin yaşam uzun ömür için bir anahtar olabilir” diyerek bunu açıklamaya çalışıyor. Gong hiçbir zaman alkol veya ilaç almadı. Her gün iki öğün mısır ve pirinç yiyordu. Resmi bir raporda (AFP 18 Nisan 1994) 146. doğum gününü kutlamış olabileceği yazıyor.
Mevlud Dawltadze (131+); Gürcistan´da Gorekety kentindeki evinde Ağustos 1988’de doğum gününü kutladı.
Bushtaı Brezenian (138); 1991’de Bağımsız Kafkas Çeçen Cumhuriyeti’nde 130 yaşındaki eşcinsel sevgilisi Giorgi Salmessi yüzünden üne kavuştu. Eşcinsel çift, 1881’de birbirlerine aşık oldular ve birlikteliklerinin 110. yıldönümünü İnsan Hakları göstericileriyle kutlamaya karar verdiler.
Kabilo Kıptoo (130); Nijerya’nın Kararia kentinde yaşayan bir kadındı. Haziran 1987’de öldü zannedilerek, tabutu mezara indirilirken tabuttan kalkmıştır ama sonra gerçekten öldü.
Ouma Pammy Manuei (126+); “Afrika´nın Anası” adıyla tanınan bu kadın, 1991 Mayısında doğum gününü yıllarca ebelik yaptığı Johannesburg, Newclare’de kutladı. Hatırladığı kadarıyla Johannesburg, ilk gördüğünde birkaç kulübeden ibaretti. Hiç hastaneye gitmedi ve ilaç kullanmadı ve 11 çocuğunun biri dışında hepsinden fazla yaşadı.
Jackson Pollard (123+); Ocak 1990’da ABD, Georgia’da Milledgeville kentinde Central State Hastanesi’nin huzur evinde yaşıyordu. Buraya 17 yıl önce getirilmişti. Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Jackson’un doğumgününü 15 Aralık 1869 olarak belirlemişti. Ama yaşlı adam 1886’nın yeni yılında doğduğunu söylüyordu. 13 kişilik bir ailenin üyesiydi. Georgia yakınlarında Hawkinsville kasabasında bir çiftlikte doğmuştu. Bu dönemlerde beyaz toprak sahiplerinin yanındaki siyah köleler, işçi olarak kaydedilirlerdi. O ise yaşamının büyük bir bölümünü tren yolları için çalışarak geçirmişti. İspanyol-Amerikan Savaşı’nda ve 1. Dünya Savaşı’nda ordudaydı. Sonra İngiltere´ye ve Almanya’ya geçti. Orduda çalıştığına dair hiçbir belge bulunamadı ama o döneme ait belgelerin bulunduğu binalar yanmıştı. Önerileri şunlardı: “Alkolden uzak durun. İyi sebzeleri yiyin, asla ama asla sıska bir kadınla evlenmeyin, kaliteli bir pipo için ve Tanrı’ya güvenin.” Dediğine göre, 117 yıldır sigara içiyordu fakat sigarasını hiç değiştirmedi. Sadece Prens Albert tütünü kullanıyordu.
Bawa Daouda (126), Batı Afrika’nın Nijerya kentinde Bagagi köyünde yaşadığı ve oraların en yaşlı büyücü doktoru olduğu ve Ocak 1994’te öldüğü söyleniyor. 1868’de doğmuştu. Şahitler ölmeden önce tüm dişlerinin tam olduğunu söylediler. Geride iki kadın 17 çocuk bıraktı. Son çocuğu, Daouda 115 yaşındayken doğmuştu. Söylenenlere göre, büyü gücü vardı ve bakışlarıyla halkı bir anda etkiliyordu. İnançlara göre Bawa, yağmur yağdırıcı ve “Şeytani güçler”in efendisiydi. Kuşları ve böcekleri, düşmanlarının mahsüllerini harap etmeleri için kullandına inanılıyordu.Müslümanlara karşıydı. Yöredeki Emir’in mescitini ziyaret ettiğinde O’nun “Tanrı’nın Evi”nden ziyade küçük bir sığınak olduğunu söyledi. Fakat bu sığınakta tek bir insanın bile olmadığını ekliyordu.
Jeanne Louise Calment (119+; 21 Şubat 1875’te Fransa’da Arles’de doğdu ve 1994 Ağustosunda aynı yerde öldü. Doktoru Jeanne’nin bu uzun yaşamını onun mizacına bağlıyor. Jeanne arkadaşlarına “gülerek öleceğimden eminim, herkese mesajım şöyle; Uzun yaşamak istiyorsanız gülmeyi bilin.”diye diyordu. Jeanne 110 yaşında bisiklete biniyordu ve bir günde içtiği iki sigarayı 117 yaşında bıraktı. Doktoru “...başka insanlara muhtaç olacağı için korkuyor”diyordu. Jeanne yatmadan önce akşamüstleri hala çikolata yiyordu. 1889’da 14 yaşındayken babasının dükkanından tuval almaya gelen Vincent Van Gogh ile karşılaşmıştı. Jeanne ondan pek fazla etkilenmemişti, çok çirkin, sevimsiz, kaba ve sağlıksız bulmuştu. “Ondan özür dilerim ama onu Dingo diye çağırırdık.” diyordu. Van Gogh Jeanne’nin yaşadığı kasabada alkolik, kumarbaz ve sinirli biri olarak biliniyordu. Jeanne, 1896’da evlendi ve bir kızı oldu. Ama kızı 60 yıl önce yani 36 yaşında öldü.
Kong Ying (123); Çin’in en yaşlı kadını olarak biliniyordu, 16 Temmuz 1994’de Guangdong’da anfizemiden öldü. 1871’de doğmuştu, 15 yaşında evlendi ve dört çocuğu oldu. 1993’te 75 yaşındaki oğlu onun uzun yaşamının sırrını açıkladı. Ona göre bu sır fiziksel çalışmaydı. Tarla sürmek, odun kesmek, bambu toplamak onu güçlendirmişti.
İlyas Jafarow (122) ve karısı Khatyn (118); 103. evlilik yıldönümlerini 1988’de Kafkasya´da Yanshak kasabasında kutladılar. Tass Haber Ajansı´na göre 1 Ekim 1885’te evlenmişlerdi ve yaklaşık 200 torunları vardı.
Jovanka Vasilyeviç (120); Aralık 1977’de Yugoslav Yaşlılar Örgütü´nün onur konuğu olduğunda yeni dişlerinin çıktığı saptandı.
Antonio Portale (119) ve karısı Selina (116); 102 yıldır evli olduklarını ve hala doyurucu bir cinsel yaşantıları olduğunu söylüyorlardı. 11 çocukları, 49 torunları, 97 torun çocukları ve 112 torun çocuklarının çocukları vardı. Antonio röpörtajında şöyle diyordu: “Uzun yaşamın sırrı her gece sevişecek iyi bir karınızın olmasıdır.”
Musha Apızı(118+); Çin’in güney Xinjiang eyaletinde 1988 Ağustosunda 118 yaşına giren bir müslümandı, ve iki yeni dişi çıkmıştı. Aynı dönemde Çin’de 115 ile 129 yaşları arasında 15 kişi olduğu söyleniyordu. Ayrıca Çin’lilerin doğumları hemen aile ağacına işlendiği için bu konuda sahtekarlık mümkün değil. Üstelik oyalanarak geçirilmiş seneler kutsal atalara yapılmış birer hakaret sayılıyor.
Nyakatolo Tchissengo (118); Angola’nın Luvales kabilesinin kraliçesiydi ve Portekizlilerle yapılan savaşta büyük bir ün kazanmıştı. Temmuz 1992’de ölünceye kadar uluslararası ilişkilerde Başkan Jose Eduardo dos Santos’a danışmanıydı.
Emma Thomas (117 yıl, 67 gün); 20 Ağustos 1871’de Maryland’da Emma Broadwater olarak doğdu (doğum sertifikası bulunamadı). Maryland’da 4 Kasım 1988’de öldü. İki kez evlendi, 12 çocuğu oldu. Yaşayan 81 torunu ve 3 tane torun çocuğu vardı.
Walter Nothway (117); Doğu Alaska’da Athabascan yerlilerinin lideriydi. 21 Kasım 1993’te Kanada sınırına yakın bir kasabada öldü. 92 yaşında bir karısı ve 100’e yakın akrabası vardı.
Taarda Terıiharetei (116 yıl, 180 gün); Tahiti’ye 125 mil yakınlardaki Polenez adasında yaşadı ve Ocak 1990’da öldü. Yaşı adadakiler tarafından saygı görüyordu çünkü 1890 olayları hakkında geniş bilgisi vardı.
Zoabi (116); Galilee kentinde yaşayan İsrailli bir adamdı. 3 değişik karısından olma çocuklarından 139 torunu vardı. 1994’te 85 yaşındaki bir kadınla evlendi. Uzun yaşamının sırrını şöyle açıklıyordu; "Hergün bir bardak eritilmiş margarin ve bir bardak zeytinyağı içerim. Hiçbir zaman sigara içmedim ve sadece bir kez hastaneye yattım."
Carrıe White (116 yıl, 88 gün); 18 Kasım 1874’te Carrie Joyner olarak doğmuştu ve 14 Şubat 1991’de Florida Polatka’da ölmüştür. Carrie bir piano hocasıydı ve bir demirci olan John White ile evlendi. 1909’da 35. doğum gününün bir gün sonrasında kocası onu psikoz tifo hastalığından dolayı Florida State Hastanesine yatırdı. Hastalık bilinç kaybına neden oldu ve yaklaşık iki hafta sürdü. Fakat Carrie White 75 yıl boyunca hastanede kaldı. Daha sonra 1986’da Polatka’daki Putman bakımevine nakledildi. 1988’de Guinnes Rekorlar Kitabı onu dünyanın en yaşlı insanı olarak ilan etti.
Charlotte Hughes (115 yıl, 229 gün); 1 Ağustos 1877’de doğdu ve Cleveland, Redcar’daki St Davis Bakımevi’nde 17 Mart 1993’de öldü. 13 yaşında öğretmen oldu ve emekli olduktan 50 yıl sonra evlendi. Kocası 103 yaşına kadar yaşadı. Charlotte 115. doğumgününü yumurta, konyak ve soğuk etli bir kahvaltıyla kutladı. Uzun yaşamını iyi beslenmeye, dürüst bir yaşantıya ve 10 Kutsal Emir´e uymasına bağlıyordu.
Prom Kaewerorarm (115); Bangkok’ludur, hala yaşıyor. 1993´de 106 yaşındayken 3. eşi olan Bai Ohnok’la evlenmeyi planlıyordu. Yaşlılar için yapılan bir sağlık konferansında tanışmışlardı. Uzun yaşam için tavsiyeleri şunlar: İçki, sigara yok. Hergün biraz balık ve meyve yemek gerekir. Ayrıca hergün 5 tane iyi pişmiş biber yemek insanı zinde tutar.
Arthur Lang (115 yıl, 96 gün); Ohio’nun Van Wert şehrinde 4 Mayıs 1877’de doğdu. Boksör ve işadamıydı. Doğal nedenlerden dolayı 8 Ağustos 1992’de Chicago’da öldü. Sürücü ehliyetinde doğumu 4 Mayıs 1893 olarak yazıyordu. Fakat dediğine göre yaşını küçültüp 19 yaşında bir kızla evlenmek için 1916’ya kadar gerçek yaşını saklamış ve kızın akrabalarından korktuğu için 38 yaşında olduğunu ancak evlendikten sonra açıklamıştı.
Margaret Skeete (115); Virginia’nın Radford kentinde 7 Mayıs 1994’de öldü. Ölümünden üç hafta önce yatalak oldu. Doğumu Teksas Nüfus Memurluğu’nca 1880 olarak gösterilmişti. Böylece nüfus kaydında iki yaş daha büyük görünüyordu. Uzun yaşamayı bol şeker yemeye bağlıyordu.
Isram Sonoo (144 yıl, 353 gün); 15 Ekim 1874’de doğdu, 3 Ekim 1989’da Mauritus’da öldü. Hep et, balık ve meyve yerdi ama sebzeye el sürmezdi.
Anna Elıza Williams (114 yıl, 208 gün); Anna Taylor olarak 2 Temmuz 1873’de Worcestershire’da doğdu ve özel hizmetçi olarak 27 Kasım 1987’de Swansea, Galler’de öldü.
Wakka Shirahama (114 yıl, 82 gün); 26 Mart 1878’de Japonya’da doğdu.Temmuz 1992’de Japonya’nın Miyazaki kentinde öldü.9 çocuğu vardı.Kocası Shutaro 1939’da öldü.Uzun yaşamını, sabah ve akşam şekerle birlikte soya fasulyesi çorbasına, pirince ve öğlenleri de ballı sütle meyve yemesine bağlıyordu.
Daisy Adams (113 yıl ve 160 gün); 30 Temmuz 1880’de doğdu, 8 Aralık 1993’te İngiltere, Derbyshire’ın Cresley Kilisesi’nde öldü. 11 çocuğundan en küçüğü, Derbyshire’da vaizlik yapıyordu. Kocası William, I. Dünya Savaşı´nın ilk gününde ölmüştü. Geride 5 çocuk bıraktı. Mazbut bir yaşam süren basit bir kadındı.
Ettıe May Green (113); ABD, Batı Virginia’nin Lindsdale kentinde 1992’de öldü. 9 çocuğunun beşinden daha fazla yaşayan 73 yıllık bir duldu. Uzun yaşamını, hergün milk-shake içmesine, vitaminlere ve sakin bir yaşantıya bağlıyordu.
John Evans (112 yıl 292 gün); 19 Ağustos 1877’de doğdu, 10 Temmuz 1990’da Batı Glamorgan’da babasının yaptığı bir kulübede öldü. İlk kez 13 yaşındayken maden işçiliğine başladı ve 73 yaşında maden kurumunca emekli edildi. 95 yaşına kadar sebze tarlasında çalıştı. 108 yaşında kalp cihazı kullanan en yaşlı insan olarak biliniyordu. 110 yaşında ilk kez Londra’yı ziyaret etti. Uzun yaşamını, merdiven çıkmaya, tütün, alkol ve kumardan uzak durmaya, hergün bir tas kepek ve sıcak suyla karışık bal yemeye bağlıyordu.
Evangelos Zabetakis (114); Kasım 1992’de Girit’de doğum gününü kutlarken öldü. Hiç sigara içmeyen bu okul öğretmeni uzun yaşamın sırrını etle birlikte bir bardak şarap içmesine bağlıyordu.
Gulam Hüseyin Ferdussi (114); İran’da bir çiftçiydi. Kasım 1993’de Saveh bölgesinde öldü. Ölmesinden kısa bir süre öncesine kadar çiftliğinde çalıştı. Her zaman yiyeceklerini belirli bir programla yiyordu. Hiç doktora gitmedi ve ilaç almadı. Tüm uzun yaşam metodlarını ailesi Irna Haber Ajansı´na anlattı.
Glen Post (113); Temmuz 1987’de ABD, Ohio, Colombusta’da bir huzurevinde kalıyordu. Aslında 1869 yılında doğduğunu iddia ediyordu. Ünlü soyguncu Jessie James ile tanıştığını ve İspanya savaşına katıldığını da iddia ediyor.
Rebecca Hewinson (112 yıl, 338 gün); Rebecca Ramsdale olarak 19 Ekim 1881’de doğdu ve 22 Eylül 1994’de doğduğu yer olan Grimsby’de öldü. 1905 yılında evlendi ve kocası 1920’lerde öldü. Uzun yaşamını, her gün bir bardak porto şarabına ve limona bağlıyordu.
Caroline Maud Mockridge (112 yıl, 330 gün); 11 Aralık 1874’de doğdu, 6 Kasım 1987’de Avusturalya’nın Geelong kasabasında öldü. Bir ilkokul öğretmeni ve amatör müzisyendi. 110 yaşına kadar hiç sigara içmedi ve alkol kullanmadı. Ama sonraki iki yıl boyunca her gün bir bardak beyaz ispanyol şarabı içti.
Callie Young (112 yıl 10 gün); ABD, Kuzey Carolina, Shelby’de 13 Eylül 1876’da doğdu. Ohio Lebanon’da 23 Eylül 1988’de öldü. 1938’de Cicinnati’ye yerleşmeden önce hizmetçi olarak çalıştı. Bir basketbol fanatiğiydi ve üç gayrimeşru çocuğun annesiydi. Dediğine göre; iyi bir erkek ve içki onu uzun yaşatmıştı. 140 tane torunu ve torun çocuğu vardı,
Joaquim Cesaro Da Silva (112); Brezilya, Balia’da 3 Aralık 1877’de doğdu. Nova Esperanca’da şeker kamışı ve kahve işçisi olarak çalıştı. Bir yeşilaycıydı ama her ay bilinmeyen bir bitki karışımı içerdi. 27 Eylül 1989’da 27 yaşındaki karısından bir çocuğu oldu. Daha önce üç karısı olmuştu ve 32 çocuğu vardı. En yaşlı oğlu 82 yaşında öldü. Kasaba hakimi Marcose Sargio Daros bebeği kaydetmişti. Joaquim’in yaşını da nüfus kayıtlarına bakarak deftere yazmıştı.
Rosia Ellis (112+); 4 Ağustos 1994’de Detroit’teki evine bir hırsız girdiğini açıkladı. Rosia hırsızı pontolonunun ağından tutarak yakaladı. Fakat o an hırsız kadını yere attı. Kapı komşusu Halti Jones bağırışları duyunca Rosia’nın yardımına koştu; hırsız yakalamıştı.
Elnora Johnson (111 yıl, 340 gün); 12 Ekim 1882’de Missisipi’nin New Albany kentinde Elnora Cornwell olarak doğdu ve 17 Eylül 1994’de Denwer’de öldü. İçki ve sigara içmedi. Yalnız, özel yapılmış şekerli çöreklerden yerdi. Amerika’nın en yaşlı kadınıydı. Doğum günü dökümanları herkesçe kabul edilmişti. Kocası ise I.Dünya Savaşı’na katıldı ve bir daha dönmedi