Kozmik Şakacı

Bilinmeyen.Com / Kozmik Şakacı Kategorisi

Daha da garip olaylar

Ak düşen saçlar

Gerçekten, insanın saçı bir gecede beyazlanır mı? Büyük şokların bir gecede saçımızı bembeyaz yaptığı inancı yaygındır. Ama bu sadece bir inanç. Ama ne kadarı gerçek olan bir inanç acaba? Saçlarımız uzunluğunun yarısı kadar daha uzamaya bir ayda ulaşabilirler. Saçımıza renk veren pigmentlerin renk değiştirme prosesi bu süreyle sınırlıdır. Hiçbir doğal neden bütün saç tellerimizi birden etkileyip rengini değiştiremez. Evet sinirsel şoklar, saç rengimizi etkileyebilir ama bu değişim süreci bir gecede değil, ancak uzun bir sürede gerçekleşecektir. Saç telinin kökü çok güçlüdür ama yine bir inanca göre saçlarımız ve hatta tırnaklarımız ölümden sonra da uzamaya devam ederler. Yazar ve şair Gabriel Rosetti´nin karısı Elizabeth Siddal 1862´de öldü ve Londra´da Highgate Mezarlığı´ na gömüldü. Yedi yıl sonra ise yer değiştirmek için mezarından çıkarıldığında, vücudunun çürümediğine ve kızıl saçlarının tabutu doldurduğuna tanık olanların arasında gazeteci Charles Augustus Howell de vardı. Benzeri olaylara, hemen her ülkede raslanır, bizde de birçok veli, evliya mitlerinde bozulmayan cesetler, uzayan saçlar vardır. Bu bir inanç işi ve doğaüstü nedenlere uzanıyor, konunun bilimsel yönüne bir göz atalım. Ölümden sonra derinin kuruması ve buruşması sonucunda saçlar, tırnaklar ve sakal kılları 1/16 oranında uzayabilirler. Ama elbette ki, asla bir tabutu dolduracak kadar saç uzayamaz. Saçlar ve tırnaklar, hücre bölünmesiyle uzar ve kan dolaşımıyla beslenirler. Ve ölüm sonucunda kalp durduğunda kan dolaşımının durmasıyla saç ve tırnaklarda uzamayacaktır.

Ölümün eşiği

Bir diğer yaygın inanç, çoğumuzun başından geçmiştir. Ölümün eşiğine gelen veya ölümcül bir tehlike atlatan birçok kişi tüm yaşamının bir film şeridi gibi gözünün önünden geçtiğini anlatmaktadır. Tabii ki kimse gerçekten ölümden geri dönüp olanları bize anlatmadığı için asıl cevabı bulamıyoruz. Çünkü, ölümden dönmekle ölmek arasında fark var. Gerçekten ölümden sonra ne olduğunu bilemiyoruz. Kaza geçiren bazı insanlar bu tür bir olayı gerçekten yaşıyorlar, uçağı düşmekte olan bir pilot, son anlarda sevgilisiyle yaşadığı tüm anları düşündüğünü kurtulduktan sonra anlatıyordu. Tüm bu anlatılar gerçek ölüm olmadıkları için uzmanlar bunların bilinçaltından kaynaklandığı görüşündeler. O anda bilinç, depoladığı önemli anları kişiye özel bir nedenle hatırlıyor. Psikolojinin özel dallarında çalışan bazı uzmanlar, bilincin bu oyununun nedenselliği üzerinde çalışmalarını sürdürüyorlar, hedef ise bilincin ölümden sonra özgün varlığını ne kadar süreyle koruyabildiğinin öğrenilebilmesi. Tabii bu araştırmaların Ruhçuluk inancıyla hiçbir ilgisi bulunmuyor.

 

Hıçkırık Gizemi

Çok yaygın bir inanç da hıçkırığın korkutulunca durduğu veya kesildiğidir. İşte burada inanç çok önemli, zira bilimsel araştırmacılar inancın böyle bir sonucu getireceğini kabul ediyorlar ve örneklerini de gösteriyorlar. Yani korkarak hıçkırığınızın geçeceğine kendinizi inandırmışsanız, hıçkırığınız geçecektir. Ama yine uzmanlar ani korku şoklarının insanı öldürebileceğini de ekliyorlar. Çünkü diyafram boşluğuna kaçan havanın sıkıştırmasıyla oluşan hıçkırık, her defasında kalbi de zorlar. İşte tam o anda gelen korku şoku kalbi de durdurabilir. Birkaç ilginç olayımız var; Amerikalı Jack O´Leary 1948 - 1956 arasında sekiz yıl süreyle hiç durmadan 160 milyon defa hıçkırdı, 6000 defa müdahale edildi ama nafile. Sonra O´Leary umutsuz ve çaresiz bir biçimde, kiliseye dua etmeye gitti ve hıçkırığı aniden kesildi. Bir diğer ilginç vaka, Almanya´ da yaşandı. 55 yaşındaki Heİnz Isecke, 1973 yılında geçirdiği bir ameliyat sonrasında, hıçkırığa tutuldu. Herşey denendi, olay dünya çapında duyuldu, birçok ülkeden gelen doktorlar oldu ama sonuç hep başarısızdı. Heinz tekrar ameliyata alındı, yine birşey değişmedi. Sonra bir gün, Heinz´ın evine postayla küçük bir şişe geldi, içinde garip bir sıvı vardı. Ekteki yazıda bütün sıvıyı bir defada içmesi isteniyordu, hıçkırığı o zaman kesilecekti. Ve Heinz Isekce o gece şişedeki sıvıyı bir defada içti ve bir saat sonra yıllardır süren hıçkırık aniden durdu. Ne olmuştu ? İçtikten sonra şişenin yıkanması içinde neyin olduğunun anlaşılmasını engelledi. Neydi sihirli sıvı? Yoksa Heinz´da önceki vakadaki O´Leary gibi umutsuzluğun son noktasında tüm inancını bir amaca odaklayarak bir inanç mucizesi mi yaratmıştı.

Kadınların beyni

Özellikle bir sürü erkek, kadınların beyinlerinin kendi beyinlerinden küçük olduğunu sanıyorlar. Bunun da bilimsel bir temeli yok, erkeğin de, kadının da beyin ağırlıkları eşit, farklılık kiloya, boya, yaşa ve soyçekime bağlı. Birçok dahinin beyinlerinin küçük olduğu biliniyor. Zekanın yüksekliği bazı yaklaşımlara göre beynin kıvrımlarının çokluğuna bağlı. Asıl bilinmeyen kendimiziz ve bilinmeyene doğru giden yolun başında beynin gizemleri duruyor. Öyleyse çözümün kapısında önce kendimiz duruyoruz. Eski bilgelerin "..aynaya bakın, gizem sizsiniz.." demeleri örneğinde olduğu gibi.

Mum ve ağaçlar

Mum, inançlara göre yaşamın simgesidir ve bizler doğum günü pastasının üzerini mumlarla süsleriz ve sonra bir nefesde söndürmeğe çalışırız. Temelde tek bir solukla mum ışığına gelen kötü ruhların yokedilmesi inancı vardır.

Eski Britonlarda kutsal ağaçlar vardı, eski ve yeni Hindistan´da, hatta Anadolu´da. Ceviz, meşe, demirağacı gibi... Ağaçların çevrelerinde törenler yapılır, ağaçlara el sürülür, okşanır ve ağaç ruhlarının koruyuculuğu amaçlanırdı. Bu inanç hala sürüyor ve bizler şimdilerde de nazar değmesin diye tahtaya vuruyoruz.

Tavşan kızlar

Playboy´un ünlü tavşan kızları sadece başarılı bir medya buluşu değildir. Çok daha eskilerde de vardılar. Tavşanlar ve yumurtalar bereketi simgelerler, tavşan´ın uğurlu sayılması tavşan ayağı inancında da bilinir, yumurta ise her çağda bolluğun, çoğalmanın ve döllenmenin simgesidir, paskalya yumurtaları da bu nedenle yapılır. Önceki yüzyıllardaki paskalyalarda delikanlı olmaya aday yetişkin erkek çocuklar ormana yumurta avlamaya yollanır ve bulduktan sonra ergin sayılırlardı. Tavşan kızlar hem uğurlu tavşanları, hem de ellerindeki sepetlerin içindeki yumurtalarla bol bol döllenmeyi simgeliyorlar. Yine de seksüel çağrışımlar var değil mi?

At nalı

At nalı uğurludur, böyle inanırız ve hemen her kültürde yeri vardır. Aslında at nalı mitolojinin görkemli atı tekboynuzlu "Unicorn" un ayağını simgeler, tekboynuz güzelliği ve iyiliği belirler ve bir diğer inançta da bilindiği gibi yedi sayısı uğurludur. O zaman yedi çivi deliği olan at nalları şans getirirler ve evimizin kapısına asarsak sağlık ve iyi şans dışarı uçup gitmez.

Beyaz güvercin

Beyaz güvercin heryerde her zaman kutsal, saf ve iyidir. Törenlerde, birçok büyük kitle olayında yüzlerce beyaz güvercin uçurulur, tabii ki estetik olsun diye değil. Herşeyden önce güvercin Nuh´un Gemisi´ nden ilk ayrılan veya sular çekildimi diye yollanan haberci kuştur. Saflık simgesi olması nedeniyle ruh güvercinle simgelenir ve günahın bedende kaldığına inanılır, sanki günahkar ruhlar yokmuş gibi, eski Pagan dinlerde beyaz güvercinler kurban edilirdi, şimdi de barış ve dostluk simgesi olarak uçuruluyorlar; acaba güvercinler Bosna´nın, Lübnan´ın, ve Güneydoğu Anadolu´nun üzerinden geçerken ne düşünüyorlar?

Seviyor sevmiyor

"..seviyor, sevmiyor, seviyor, sevmiyor..." Diye diye papatyanın yapraklarını birer birer kopararak aşkımızın akıbetini tahmine çalışırız. Veya gelinler beyaz çiçekli buket taşırlar. Çok eskiden balkanlarda yaşayan genç bir kız sevdiği ama yüz bulamadığı delikanlının bastığı toprağı almış ve bir saksıya doldurmuş ve içine papatya veya margarita ekmiş, inanıyormuş ki tohum açıp çiçekleninceye kadar sevdiği erkek onu sevecek ve gelecekmiş. Aslında gelinlerin beyaz papatya veya benzeri çiçeklerle süslenmesi eski bir gelenektir ve simgelenen güneştir. Böylece güneşin gücü ve yaratıcılığı umutlanır.

Elma oyunu

Hani bir elmayı bir iple tavana asarlar ve gözleri bağlı bir çift ısırarak yemeğe çalışırlar ya; bu bir oyun, bilirsiniz ama çok eski bir inanç olduğunu da biliyormuydunuz? Bu oyun binlerce yıl önce de oynanıyordu ve Adem ile Havva´ nın elma ile olan kaçınılmaz kaderi simgeleniyordu.

Mavi jartiyer

Mavi jartiyer; batı uygarlığında evlenirken iyi şans kabul edilir ve gelinler bir bacaklarına mavi jartiyer takarlar. Gerçekte hıristiyanlıkta mavi renk Meryem Ana ile bütünleşmiştir ve saflığı, bakireliği ve de ruhsal kudreti simgeler.

Kucağımdaki gelin

Yine bir gelin olayı; çoğunlukla batıda gelinler nikahtah sonra yeni evlerine kocalarının kucağında girerler. O kadar kolay sanmayın, bir insan öyle kolay kucağa alınmıyor, neyse gelini kucağa almak gerçekte ilk insana kadar uzanan bir adet. Kadınını mağaraya kucağında götüren ilk çağ erkeği hem onun kaçmasını veya kaçırılmasını engelliyor, hem de yerden gelebilecek tehlikelere karşı koruyordu. Yerde ne mi var? Onu bilmiyorum, Neandertaller´e sorun çünkü hala yaşayan türleri var.

Faberge yumurtaları

Faberge´in ünlü yumurtalarını biliyorsunuz? Hani şu Çarlık Rusyası´nın tanınmış mücevhercisi Carl Faberge´in yaptığı eşi emsali olmayan pırlantalı, zümrütlü, yakutlu altın yumurtaları. Gerçekte Faberge bu yumurtalarla eski bir paskalya geleneğini Çar için kıymetli taşlarla sembolleştirmişti. Gelenekte bahar ve yeniden doğma ritüeli vardı, doktrine göre kışı getiren kötü ruhlar ölüyorlar, yerlerine baharı ve yeniden doğuşu simgeleyen genç ruhlar geliyordu.

 

Gemi suya inerken

Gemiler tersanelerden suya indirilirken bir şişe şampanya gemiye vurularak kırılır; bu çok bilinen gelenek Vikingler´den kalma, dolu bir şişe içkinin tanrıları teskin edeceğine inanılıyor ve gemi güvenceye alınıyordu.

Darwin Ödülleri

Darwin Ödülleri dağıtılıyor Ama sakın bu ödülü almaya aday olmayın.

Darwin ödülü, olağanüstü ve en aptalca yolları bulup kendilerini öldüren kişilere verilen yıllık onur ödülüdür. Ödüle 1987 yılında başlanıldı.

1995 yılı Darwin Ödülü birincisi, kola makinasından bir soda almaya çalışırken üzerine düşen makina nedeniyle ölmüştü. 1996 birincisi arabasına JATO aygıtını (Uçaklara yol gösteren otomatik aygıt) monte eden ve yoldan çıkıp 30 m. aşağıdaki kayalıklara çarpan bir hava çavuşudur. Ve şimdi de 1997 yılı birincisi: Los Angles´den Larry Walters; Gerçekten çok başarılıydı; Larry´nin çocukluk rüyası, uçmaktı. Yüksek okuldan mezun olur olmaz pilot olma umuduyla Hava Kuvvetleri´ne müraacat etti. Ama ne yazık ki, gözleri yeterince sağlıklı olmadığı için reddedildi. Öylesine üzülmüştü ki, bütün gün evinin arka bahçesinde oturarak havadan geçen uçakları izliyordu, hava üssünün yakınındaki bir eve taşınmıştı. Ve birgün Larry karar verdi; uçacaktı. Yöredeki ikinci el ordu eşyalarını satan dükkana gitti ve iki hava balonu ile birkaç helyum gazı tankı satın aldı sonra evine döndü ve balonları kayışlarla bezden yapılmış demir sandalyesine bağladı ardından cipinin tamponuna sandalyeyi bir halatla bağladı ve balonları helyumla şişirdi. Balon yerden birkaç metre yükselince test etmek için üzerine tırmandı. Memnundu çünkü balon çalışıyordu. Yanına birkaç sandviç ve saçma atan bir tüfek koydu. Böylelikle iniş zamanı geldiğinde balonları patlatacaktı. Balonun ardından sürüklenen sandalyeye gitti. Larry´nin planı halatı kestikten sonra evinin arka bahçesinin üzerinden havalanıp, 900 m. kadar yükselerek uçmak ve birkaç saatlik bir uçuştan sonra yere inmekti. Balonları birer birer patlatarak alçalmayı düşünüyordu ama sonuç farklı olacaktı. Ve 10 Mart 1997´de cipe bağladığı sandalyesinin ipini kestiğinde, sandığı gibi sandalyeli balon araç yavaş yavaş yükselmedi. Bir top mermisi gibi Los Angeles göğüne fırladı, en fazla 900 metre yükseleceğini sanıyordu, oysa daha ilk anda yatay bir uçuşla 7.000 metreye ulaşmıştı. O yükseklikte Larry, balonlara ateş etme riskine giremedi, üstelik dengesini de bozulmuştu, kısacası başı iyice dertteydi. Böylece soğuktan donarak, korku ve dehşet içinde 14 saatten fazla havada kaldı, oradan oraya sürüklendi. Sonunda en kötü şey oldu, Los Angeles Uluslararası Havaalanı´nın üzerindeydi.

Pilotun dehşeti; "Havada sandalyede oturan bir adam var."

İlk kez Larry´i bir yolcu uçağının pilotu gördü, hemen kuleyle haberleşerek, elinde bir tüfekle, bezden sandalyede uçan bir adamı tarif etti. Havaalanın radarları, 7.000 m. yükseklikte uçan bir nesneyi belirledirler. Acil durum alarmı verilerek, hemen bir helikopter araştırma için havalandırıldı. Gece oluyordu ve deniz kıyısına doğru rüzgar esmeye başlamıştı, rüzgar Larry´i denize götürüyordu ve tabii ardından da helikopter geliyordu. Birkaç mil sonra helikopter Larry´e yetişti ve görevliler tehlikeli olmadığını anladılar, zaten yardım istiyordu. Kurtarmak için yaklaşmaya çalıştılar ama helikopter yaklaştıkça pervanesinin rüzgarı Larry´i uzağa itiyordu. Sonunda helikopter, Larry´den biraz yukarsıdaki bir noktada kalmayı başararak, çılgın uçucuya kurtarma halatını attı ve Larry halata tutunarak ve sahile kadar havada taşındı. Helikopter mürettebatı çok zor bir işi kusursuz bir şekilde başarmıştı. Larry dünyaya dönmüştü, yere indirildiği anda tutuklandı. Kelepçelenerek götürüldüğü sırada bir gazeteci, Larry´e neden bunu yaptığını sordu. Larry, bir an durdu, döndü ve soğukkanlılıkla cevap verdi; "Bir adam sadece oturama, birşeyler yapmalıdır." Ertesi gün basın Larry´den söz ediyordu; Los Angeles Times´da "Larry Walters, bezden sandalyede şöhrete doğru yükseldi ve 44 yaşında emeline ulaşmayı başardı." yazıyordu. California Haber Ajansı UPI "Gökyüzüne bakın. Bir kuş mu, bir uçak mı, yoksa bir uzay mekiği mi? Hayır. O, bezli sandalyede oturarak 7.000 metrede uçan Larry Walters. 44 yaşında bir kamyon şöförü. Cuma gününün yarısını helyumla dolu balonlara bağlı bir sandalyede geçirdi. Bu garip araç uçak pilotlarının ödünü patlattı. Long Beach polis örgütü olayı doğruluyor. Walters; ´Yeryüzünde oturuyordum ama bu aracın işlediğini kendime kanıtladım." dedi." Larry Walters 1996-97´nin Darwin Ödülü´nü almayı haketti çünkü geçtiğimiz yıl içinde bilindiği kadarıyla hiç kimse Larry kadar inanılmaz bir yöntem bularak, ölüm dans etmedi.

Unutulmaz öyküler

* Tarih: 16/4/1997; ABD Connecticut´da başka yerlerde olduğu gibi enerji nakil kuleleri vardır. Bazen maceraperestler geceleri yüksekten kenti izlemek için kulelere tırmanırlar. Ama kömür olmamak için tellerden uzak dururlar; İşte bu çılgınlardan bir tanesi söylediğine göre kız arkadaşıyla bozuşmuş ve kafasını temizlemek için kuleye çıkmaya karar verdi. Hartford´un güneyindeki bir kuleye gitti ve tırmandı. Olayı daha sonra görevlileri anlattılar. Adam kulenin tepesinde yoldan 18-19 metre yukarıda oturdu, birasını içti ve kendisini teselli etti. İnsanlar genelde 5 kutu bira içtikten sonra ne yapmayı isterlerse adam da aynı şeyi yapma ihtiyacını hissetti. Pantolonunun fermuarını açtı ve kuleden aşağıya doğru işini yapmaya başladı. Elektrik, ilginç ve tabii öldürücü bir güçtür, 115.000 voltluk bir elektrik enerjisi bir insanı 2-3 metre uzağa atabilir ve aynı anda da tüm güç o insana yönelir. İşte o anda da, görevliler akımdaki düşüşü gözlemlediklerinden, hemen kuleye bir ekip yolladılar, Ekip kaza yerine ulaştıklarında yerde ölü bir insan gördüler. Cesedin pantolonunun önü açıktı ve oradan dumanlar çıkıyordu, kulenin tepesinde ise bira kutuları vardı, yerde ise gereken idrar birikintisi görülüyordu. Haydi şimdi söyleyin Allahaşkına böyle de ölünür mü?

* 14/03/1997 - James Redcock tehlikeli bir işte çalışıyordu ve bir sigorta poliçesi doldurarak şirkete müracaat etti, isteğini garip bulan şirket ise daha fazla bilgi almak istedi. Redcock´un cevabı şöyleydi; "Ek bilgi talebinizi yanıtlıyorum. Çünkü bu kazayı yaşadım, tekrarından korkuyorum. Ben amatör radyo teknisyenim ve kaza olduğu gün 20 metre yüksekliğindeki yeni kulenin tepesinde tek başıma çalışıyordum. İşimi bitirdiğimde kuleye birkaç kez inip çıkarak ağırlığı 150 kiloyu aşan alet ve hırdavat taşıdığımı farkettim. Bunları tek tek aşağıya taşımaktansa bir defada indirmeyi düşündüm. Yerde bir fıçı vardı, bir makara aracılığı ile fıçıyı kuleye çıkarttım ve tüm aletleri içine doldurdum. Ve tekrar yere inerek, makarayı boşalttım, halatı sıkı sıkı tutuyordum ama fıçı sandığımdan çok daha büyük bir hızla yere doğru inerken kendimi havada buldum. Elimi halattan kurtaramıyordum, on metre yükseklikte fıçıyla karşılaştım ve çarpıştık ve tekrar aşağıya düştük, fıçı ise içindekilerle birlikte üzerime düştü. Sonuçta kafatasım ve üç omurum çatladı, köprücük kemiğim, iki ayak bileğim kırıldı, bacaklarım ve belim incindi. İşte olay bu, bir daha olur diye korkuyorum." Sigorta şirketinin Redcock´a verdiği cevabı merak ediyor musunuz? Elbette ki, reddedildi, kendisini koruma güdüsünün yeterli olmadığına karar verilmişti.

1995 ikincisi

Bu olayı Darwin Ödülü´nü veren AAFS Derneği´nin Başkanı Don Wills, San Diego´da anlattı. 23 Mart 1994´de San Francisco Adli Tıp sorumlusu, Ronald Opus adlı bir adamın cesedini inceledikten sonra, adamın başından aldığı bir kurşun yarasıyla öldüğü sonucuna vardı. Ölen kişi on katlı bir binanın tepesinden atlamıştı, intiharı önceden tasarlamış ve ümitsizliğini anlatan bir de not bırakmıştı. Ama ölümüne neden olan yere düşmesi değildi, başına isabet eden av tüfeği saçmaları nedeniyle ölmüştü. Olay inanılmazdı; 8. katta pencere temizleyicilerini korumak için yerleştirilmiş güvenlik ağı vardı ve Opus´un bundan haberi yoktu ve 8. katta yaşlı bir çift kavga ediyorlardı, adam eşini av tüfeğiyle korkutuyordu öylesine sinirliydi ki kendisini kaybederek, tüfeğinin tetiğini çekti ama eşini ıskaladı ve saçmalar pencereyi delerek dışarı çıktılar. Ve tam o anda Opus oradaydı yani o kattaki ağın üzerine düşmüştü ve saçmaların doğrudan hedefi olarak yaşamını yitirdi. İstediği ölüme kavuşmuştu ama bir farkla; intihar edememiş, öldürülmüştü.

Dr. Mills, "İntihar etmeyi isteyen bir insan eninde sonunda başarır ama bu kişinin plandığı gibi olmayabilir. Opus´un kesin ölümü 8. katta gerçekleşti, ölüm biçimi intihardan öldürülme değişimine uğramıştı. Bir insan A´yı öldürmeye teşebbüs eder ama B´yi öldürdüğü için B´nin katili olarak suçlu bulunur. Bu durumla karşılaştıklarında yaşlı adam da eşin de tüfeğin dolu olduğundan habersizdiler. Yaşlı adam, eşini her zaman boş tüfekle korkuttuğunu ve böyle bir huyu olduğunu söyledi. Eşini öldürmek gibi bir niyeti yoktu. Bu yüzden Opus´un ölümü kaza gibi görünüyordu. Araştırma sürerken, bir tanık ortaya çıktı. Bu adam yaklaşık 6 hafta önce yaşlı çiftin oğlunu tüfeği doldururken görmüştü. Yaşlı kadın oğluna verdiği parayı kesmişti ve oğlu, babasının her zaman yaptığı gibi annesini korkutmak amacıyla tüfeği kullanacağını bildiği için annesinin öldürülmesi ümidiyle silahı doldurmuştu ve Ronald Opus´un ölümüyle yaşlı çiftin oğlu olayın odak noktası haline geldi. Şimdi düğüm noktasını açıklayalım; Ronald Opus kimdi, biliyor musunuz. Haftalarca bekleyip, babasının annesini öldürmesinden umudunu keserek, onuncu kattan aşağıya kendisini atan Ronald Opus, yaşlı çiftin oğullarının ta kendisiydi. Yani Opus, planladığı cinayetin kurbanı olmuştu ama intihar ederken... Gelin çıkın işin içinden bakalım... Kozmik Şakacı´nın bu kez epey uğraştığı anlaşılıyor ve polis dosyayı bir intihar olayı olarak kapattı.î

Diğer ilginç Darwinciler

* Eski kız arkadaşının evine gidip kapının camını kırmak için tüfeğini bir sopa gibi kullanan adı açıklanmayan bir adam tüfeğinin dipçiği ile cama vurunca, silahı patladı; Midesi delinen adam kazara kendi ölümüne neden oldu.

* Kötü diyet ve havasız bir oda, bir adamın ölümüne yol açtı. Bedeninde hiçbir iz yoktu fakat otopside adamın vücudunda çok büyük miktarda metan gazı bulunduğunu görüldü. Ölü adam diyet yapıyordu ve diyeti fasulye ile lahanadan ibaretti. Odaya girildiğinde çok yoğun bir gaz kokusu ile karşılaşılmıştı. Yani adam fasulye ile lahananın kurbanı olarak, hiç hava girmeyen kapalı bir odada kendi gazında boğularak ölmüştü. Bu arada odaya ilk giren kurtarıcıların üçü kokudan hastalandı ve birisi hastaneye kaldırıldı.

* UPI Ajansı; Toronto polisinin dediğine göre Toronto şehrinin merkezindeki bir gökdelende bir avukatın omuzu cama çarptı ve 24. kattan düşerek öldü. Polis sözcüsü 39 yaşındaki Garry Hoy´un, hukuk öğrencilerine binaların pencerelerinin dayanıklılığını anlatıyordu. Polis raporlarına göre Hoy, daha önceleri de dayanıklı pencere camlarını tanıtan sergiler açmıştı.

* AP Ajansı, Kahire, Mısır, 31 Ağustos 1995´de 6 insan pınara düşen bir tavuğu kurtarmaya çalışırlarken suya düştüler. İlk önce 18 yaşındaki çiftçi düştü ve akıntıya kapıldı. Kız kardeşi ve iki erkek kardeşi birer birer suya atlayıp yardım etmek istediler ama onlar da akıntıya kapıldılar. Olay yerine gelen daha yaşlı iki kişi de, göz açıp kapayıncaya kadar aynı akıntıya kapıldılar. Bu altı insanın cesetleri Kahire´nin 240 mil güneyinde Nazyat Imara´daki bir pınardan bulundu ve çıkarıldı. Ve tavuk da oradaydı ama tavuk yaşıyordu.

* Michigan´da inanılmaz bir olay geçen yıl yaşandı; Alamo Burns kamyonunu kullanmak için yanına bir arkadaşını aldı. Arkadaşı kamyonu kullanırken kendisi kamyonun altına asılacak ve böylece kamyondan gelen nedeni bulunamayan sesin kaynağını araştıracaktı. On km. sonra arkadaşı Burns´u kamyonun motor miline dolanarak parçalanmış olarak buldu. (Kalamazoo Gazetesi, 1/04/1995)

Daha ister misiniz? İnsanoğlu´nun garipliğinin ölçüsü yok. Doğal aptallık mı yoksa bilinmeyen bir güç mü insanları bu kadar aptallaştırıyor. Bunun cevabı henüz yok ama bu garip olayların süreceği kesin. Bakalım daha neler duyacağız.

Garip Olaylar bitmiyor

Müzikte uğursuz sayı

6 sayısı şeytanın sayısı olarak bilinir ama müzikte 9 sayısı uğursuz biliniyor. Besteci Gustav Mahler 1907 yılında 9.Senfonisi´ni bestelemişti ama tam o sırada bir kalp krizi geçirdi. Senfonisini henüz isimlendirmemişti, Beethoven, Dvorak, Schubert ve Bruckner 9.Senfonilerini yazdıktan hemen sonra ölmüşlerdi. Hatta Bruckner uğursuzluktan korkmuş ve senfonisine "No: 0" adını vermişti ama kurtulamadı. İki yıl sonra Mahler senfonisine "Entitle-İsimsiz" adını verdi ve galiba paçayı kurtardı çünkü bestelerine devam etti.

Sevgilimin haberi

"Yıllar önceydi, benden 12 yaş küçük bir kadına aşıktım, o da beni seviyordu. Ama başaramadık büyük bir kederle ayrılmak zorunda kaldık, acı içinde ama hiç ses çıkarmadan birbirimize ebediyen veda ettik. Çektiğim acıyı kelimelerle anlatmama imkan yok; ölümden beterdi. O sıralarda 30 km uzakta bulunan komşu kentteki üniversitede yardımcı profesör olarak çalışıyordum. Her sabah 7´de arabama biniyor, güney otobanından işe gidiyor ve aynı yoldan geri geliyordum. Bunu üç yıl boyunca her gün yaptım, aynı şekilde, hiç aksatmadan ve hiç değiştirmeden. O acı dolu ayrılığın ardından iki hafta geçmişti, bir başka profesöre yardımcı oluyordum. O sabah işe gitmeye hazırlanıyordum; sıkıntılı ve gergindim; kalbim öylesine kırıktı ki. Kahvemi içtim ve fincanı masaya bıraktım, dikkatim meslekdaşımın yazdıklarına yönelikti. Birden çok net bir ses duydum; bir kırılma sesiydi, masadaki fincan kırılmıştı, öylesine ve durduğu yerde. Neden öyle düşündüğümü bilmiyorum ama duygularım bunun bir sinyal, özel bir işaret olduğunu söylüyordu ve bundan emindim. Dışarı fırladım, arabama bindim ve otobana girdim, ne zaman fark ettiğimi hatırlamıyorum ters yöndeydim yani kuzey otobanındaydım, hipnotik bir etki altında 30 km. yol almıştım. Bu yoldan ilk kez gidiyordum; kendime geldiğimde 10 metre ötedeki kavşağı ve "dur" işaretini gördüm, son anda zorlukla durabildim eğer durmasaydım tam önümde duran ayrıldığım sevgilimin arabasına çarpacaktım. İnanılmazdı ama tam o anda, oradadaydı ve onu dinledim; "Senin üniversitede olduğunu biliyordum, buluşmamızın artık imkansız olduğunu da ama bunu kabullenmek çok zordu. Evdeydim ve çok canım sıkılıyordu; mutfağa oturdum ve kendime kahve yaptım; seni düşünüyordum. Birden bir ses duydum ve masadaki kahve fincanının kendi kendine kırıldığını gördüm. İçimden bir ses "şimdi" diyordu; fırladım, arabama bindim ve kendimi burada buldum, nasıl geldiğimi hatırlamıyorum ve sen buradasın. Sonu ve olacaklar ne olursa olsun, artık beraberiz..." Prof. Dr. Lenny Dean

En pahalı poster

Şakacı´nın sevecenliğini okudunuz ama bazen de çok acımasız olabiliyor. Korku filmlerinin unutulmaz oyuncusu Boris Karloff öldüğünde cebinde beş parası yoktu, filmlerinin kısa bir zaman sonra klasik olarak kabul edileceğini herhalde hiç düşünmemişti. Ama Kozmik Şakacı´nın oyunu daha da beterdi; ömrünce birkaç yüz doları birarada göremeyen Karloff´un iki ünlü filminin afişleri bugün yüzbinlerce dolar ediyor. 1 Mart 1997´de New York´da Sotheby´de Karloff´un "The Mummy/Mumya" filminin posteri 535.000 $´a, "Frankenstein" filminin afişi ise 1993´de 198.000 $´a satıldı. Bu listenin üçüncü sırasında, "King Kong"un ilk versiyonunun birarada üç afişi yer alıyor; afişler 1994´de tam 100.000 $´a satıldı.

Kör sürücüler

Kör oldukları belirlenen 40 kişinin, Sicilya´nın Palermo kentinde araba sürdükleri belirlendi. Sicilya´da yasaların çok sıkı olmaması bunun önemli bir nedeni, buna karşın kent yetkilileri Haziran ayında, üç kez ehliyet kontrolu yaptılar; şikayetlerde 40 körün emekli insanlar oldukları ve kentin en kalabalık caddelerinde araba kullandıkları söyleniyordu. Yapılan tüm araştırmalara ve takibata rağmen savcılık kimseyi yakalayamadı. Palermo Savcılığı´na hala kimliği belirsiz şikayetler gelmeye devam ediyor ve hala işin aslı anlaşılamadı.

Son kez evindeydi

Russell Hunter, St. Louis´deki bir gece kulübünde şarkı söylüyor, aynı zamanda da CBS Televizyonu´nda müzik aranjörü ve birçok müzikalin bestecisi. Hunter, 25 Ağustos 1996´da Denver´de 67 yaşında öldü, iki gün sonra 29 Ağustos´da Washington Post´da onunla ilgili alışılmadık bir haber çıktı. Hunter´ın evinde garip olaylar oluyordu; evde Hunter´ın hayaleti dolaşıyordu, evin yanına gidip pencereden bakanlar besteciyi görmüşlerdi, üstelik evden bestecinin en tanınmış eserlerinden olan Little Boy Blue´dan şarkılar çalıyordu, bir ara da 1979´da bestelediği "The Changeling" adlı film müziği de duyuldu. Tanıklar on kişiden fazlaydılar, gördüklerini gazetecilere anlattılar. Sonra..? Sonra birşey olmadı, herşey o gece yaşandı ve bitti...

Express salyangoz

Londra Hayvanat Bahçesi yetkilileri dünyadaki son Polinezya Ağaç Salyangozunun, kendi hayvanat bahçelerinde olduğundan emindiler. Bu nedenle salyangoza azami dikkati gösteriyorlar, sürekli gözlüyorlar ve davranışları hakkında bilgi toplamaya çalışıyorlardı. Salyangozdan sorumlu olan Paul Pearce-Kelly, bir sabah kalktığında salyangozu bulamadı, içinden çıkılması mümkün olmayan cam kutunun içinden çıkmış ve kaybolmuştu. Salyangoz o akşam, bahçenin içinde olan ama cam kutuya 1 km. uzaklıkta bulunan simgesel çevrecilikle ilgili bir mezar taşının üzerinde ölü olarak bulundu; taşta "Doğumu 1.5 milyon yıl önce/Ölümü Ocak 1996" yazıyordu. Salyangozun birkaç saat içersinde, nasıl olup ta o kadar yolu aşabildiği ve taşı bulup orada nasıl öldüğü hala anlaşılmış değil.

Doğum lekesi

John M. Lean´ın büyükannesi hastaydı, karısı ise doğum yapmak üzereydi. Büyükannenin sağ dirseğinin hemen üzerinde bir gümüş dolar büyüklüğünde özel bir leke vardı ve ortasında kartala benzer bir iz görülebiliyordu, ölümünden bir iki gün önce, aileye dert yanarak, yeterince mutlu olamadığını ve edemediğini, yeni bir fırsat için tekrar doğmak istediğini söylüyordu, Reenkarnasyona inancı tamdı ve bunu her fırsatta vurguluyordu. Hamile olan ve doğum arifesinde bulunan Bayan Lean ise, yaşlı kadına üzülmemesini söylüyor ve doğacak bebeğe onun adını vereceğine söz veriyordu. Bir hafta sonra büyükanne öldü ve iki gün sonra da Bayan Lean bir kız çocuğu doğurdu, bebeği gören aile dehşet içindeydi, çünkü büyükannenin dirseğinin üzerinde lekenin tıpatıp aynısı bebekte de vardı ve aynı yerdeydi. Doktor bir açıklama getiremedi ve doğum lekesi diyerek geçiştirdi; Büyükanne yeniden doğmuştu ve bu kez Lean ailesinin en küçük üyesi olarak yaşama devam edecekti.

Noel pudingi

Noel pudingi sürprizlere neden olabilir;

Marie Hefferman 13 yaşındaydı ve ailece Avustralya´ya göç ettiklerinde ilk Noel kutlamalarını yaptılar. 1959 yılı yılbaşısında küçük Marie, annesinin yaptığı pudingi yedi, pudingin içinde üç tane gümüş üç penilik madeni şans parası bulunuyordu. Marie, paraların birisini yuttu ve farketmedi. Altı hafta sonra sesini kaybetti ve larenjit teşhisi kondu. 12 yıl sonra Marie hala konuşamıyordu, bir gün şiddetli bir öksürük krizine tutuldu ve boğazından siyah bir yumru fırladı, para içindeydi. Marie´nin boğazının içinde bir yere sıkışmış ve röntgen ışınları tarafından görülmemişti. Marie ancak uzun bir terapi döneminden sonra konuşabildi.

Çay saati

Çinli bilim adamları 2700 yıllık bir çay ağacı keşfettiler, ağaç bilinen dünyada bu türün en eski örneği. Uzunluğu 26 m. gövdesinin çapı ise 1.2 m. Ağaç, Burma sınırında, yüksek dağlardaki ormanlarda bulundu.

Belalı dolu

Gökten Gelen Bela

Bir adam öldü, evler, işyerleri, okullar, kiliseler, tarlalar ve otomobiller harap oldular. 50 yataklı bir hastane boşaltıldı. Yani durum tam bir felaketti nedeni ise gökten yanan kriket topu büyüklüğündeki dolu taneleriydi. Olay, 11 Aralık´ta Avustralya´da Sidney´in kuzeyindeki Singleton´da yaşandı. Zarar toplam 24 milyon Pound. (Kaynak: Daily Telegraph)
 
Adem ile Havva

New York´daki St Patrick´s Cathedral´inde vaaz veren Kardinal John O´Connor, Adem ile Havva´nın insan olmadıklarını ilan etti. Kardinal´e göre Adem ve Havva bir tür sevgi formunun tezahür etmiş simgeleri olarak kabul edilmeliler. Vaazdan birkaç hafta sonra Papa şaşirtıcı bir duyuruda bulundu; "Yeni bilgiler bizleri Evrim Kuramı´nı yeniden tanımlamamız için yol gösteriyorlar ve bunun bir hipotezden daha ötede olduğunu düşünmemiz gerekiyor. (Times)

Aptallar günü

Bir müzayede memuru olan 52 yaşındaki Des Lismore, İngiltere´de, Warwickshire, Fillongley´deki evinde tv´nin karşısında uyayakalmıştı. Birden uyandığında ekranda "Independence Day" filminin klibi vardı ve filmdeki haber spikeri dev uzay gemilerinin dünyaya yaklaştıklarını haber veriyordu. Üst kata fırlayan Lismore çocuklarını ve karısı uyandırarak battaniye, yiyecek ve su alarak sığınağa girmelerini istedi. Sonra şehir kulübüne gitti ve haykırarak içeri girerek; "Büyük bir olay olacak." dedi, kadın barmene ise Amerika´nın uzay gemileri tarafından işgal edildiğini söyleyince, kadın oğullarının Meksika´da olduğunu söyeleyerk ağlamaya başladı. İşin aslı ancak ertesi sabah anlaşıldı. (Sun)

Soğan hırsızı

ABD, Michigan, Ypsilanti´deki Burger King dükkanına sabahın ilk saatinde giren bir adam, silahını çekerek, kasadaki paraları istedi. Kasiyer kız, bir sipariş alıp, ücretini kasaya yazdıktan sonra kasanın açılabileceğini sdğukkanlılıkla söyleyince adam durakladı ve kızarmış soğan halkası sipariş verdi ama kız bu kez, soğan halkalarının kahvaltı saatinde verilmediğini söyledi ve siparişi reddetti. Bunun üzerine adam başını sallayarak tabancasını cebine soktu, arkasını dönerek dükkandan çıkıp gitti. Soygundan vazgeçmişti. (Guardian)

Evlenemediler

Ölçülere uymuyorlar

Romanya Botosani´deki Ortodoks kilisesine rahip adayı olmak için müraccat eden iki genç, rahipler tarafından reddedildiler. Reddin nedeni, gençlerin penislerinin kuralların gerektirdiği ölçülerde olmamasıydı yani küçüktüler. Kuralın nedeni anlaşılamadı. (Scottish Daily Record)

Ekmek adam

Heyecanlı bir kadın İngiltere, Hampshire´da Ramsey ve North Baddesley arasındaki A27 no´lu otoyolda bir cesedin yattığını haber vermek için acil polis merkezini aradı. Polis olay yerine geldiğinde, çamurlu yolun ortasında insan biçiminde duran beş uzun Fransız ekmeği buldu. Ekmekler uzaktan bakıldıklarında çıplak bir insan cesedi gibi duruyorlardı. (ITV teletext)

Garip olaylar devam ediyor

 

Akrebin Huyu Budur...

Batı İran´da bulunan Ilam bölgesinde, Zade ailesi bir akrep yüzünden toptan ölümden döndü. Akrep evdeki çaydanlığın içine saklanmıştı. Anne Hadi Zade çaydanlığı alarak çalkaladı ve suyla doldurarak ateşin üzerine koydu ama akrep çaydanlığın eğik boru biçimindeki ağız kısmına kaçarak saklandı. Fakat suyun kaynaması ve ısının artması sonucunda haşlanmadan evvel, tüm zehirini suya akıttı. Çaya karışan zehir beş kişilik ailenin tümünü zehirledi, kısacası paçayı zor kurtardılar. Akrep ise çaydanlığın içinde pişmiş olarak bulundu. Uzmanlar, akrep zehirinin sadece kan yoluyla etki yaptağını biliyorlar ama beş kişinin nasıl olup ta içtikleri çaydan zehirlendiklerini anlayamıyorlar. Olay İran´daki ´Hamchahri´ gazetesinde yayınlandı.

 

 

Poe, Kudurarak Ölmüştü!

Tüm zamanların en iyi ozanlarından ve korku yazarlarından birisi olan Edgar A. Poe mutlu bir insan değildi. İki yaşında annesi tarafından terkedilmiş, ardından babası içki ve kumar mahvolmuştu. Poe´da mutsuz yaşadı ve 39 yaşındayken 1849 yılında öldü. Ölüm nedeni olarak içki içmesi gösterilmişti, zaten çok içen biriydi. Fakat R. Michael Benitez adlı bir kardiyolog Poe´nun mezarından örnekler aldıktan sonra, büyük ozanın alkolden değil, kuduzdan ölmüş olduğunu iddia ediyor. Bu iddia, geçenlerde Maryland Tıp Jurnali´nde yayınlandı. 28 Eylül 1849´da Poe trenle, Virginia´da Richmond´dan Baltimore´a gitdiyordu. Oradan da Philadelphia´ya geçecekti ki. hastalandı. 3 Ekim´de Baltimore´daki Ryan´ın Yeri adlı barın yakınında, yerde bilinçsiz olarak yatarken bulundu. Birçok kişinin ifadesine göre elbiseleri vahşice parçalanmıştı oysa Poe giyimine özen gösteren birydi. Bilinci yerine geldiğinde, aşırı terliyor, hayaller görüyor ve görünmeyen arkadaşlarıyla konuşup, bağırıyordu. Üçüncü günde iyileşir gibi oldu ama hasta olduğunu hatırlayamiyordu. Ertesi gün, yine çırpınmaya ve bağırmaya başladı, aynı günün akşamında birdenbire sessizleşti ve öldü. Hastane yetkilileri "beyin kanaması" teşhisi koyarak, gömülme iznini verdiler ve otopsi yapılmadı. Tıbbi kayıtlar Poe´nun yüksek ateşten kendisini oradan oraya attığını, alkolü ve suyu reddettiğini gösteriyorlar. Kuduza yakalananlarda görülen belirtiler de böyledir. Ama bazen virüs uyur ve kurbanların çoğu ne zaman ve nerede virüsü aldıklarını hatırlayamazlar. Ve herşey birden biter, virüs uyuduğu süre kadar olan günde kurbanını öldürür ve Poe´de dört günde ölmüştü. Benitez´e göre virüsü dört yıl evvel almış olmalıydı. Poe´nun ısırıldığı bilinmiyor, o da kediler ve köpeklerle beraberdi. Benitez ise kuduz virüsünün ölümden sonra bile yaşadığını biliyor ve örnekleri gösteriyor. Ve eğer başka bir neden yoksa, Poe´nun kuduzdan öldüğü anlaşılıyor.

 

Gerizekalılar tarikatı

Hong Kong Hükümeti, Zion Tarikatı´nın lideri olan Leung Yat-Wah´a karşı dava açtı. Yüzyılın en inanılmaz davalarından birisi olan davanın konusu şu; Wah, 2000 müridine çok büyük miktarlarda hidrojen peroksit içirmişti. Haziran ayında Kanada´dan deniz yoluyla getirilen peroksit, küçük şişeler içinde satılmıştı. Tarikatın lideri peroksitin boğaz ağrısından, AIDS´e kadar herşeye iyi geldiğini söyleyince, 2000 kişi şişelerce peroksiti bir güzel içtiler. Herbir şişe 2.70 pound´a satılmıştı. Kimyasal deneyler sonunda anlaşıldı ki, içenlerin vücütlarındaki oksijen habbeleri büyümüş, soluk almaları zorlaşmış ve kalp krizi geçirenler olmuştu. Bunun dışında müridlerde isilikler çıkmış, baş dönmeleri başlamış ve ishal başlamıştı. Bunlar yan etkilerdiler ama Lider Wah, ruhlarının ve bedenlerinin temizlendiğini söylüyordu. Müridlerden 28 yaşındaki öğretmen Hosanna Law Chor-Hing, üç hafta boyunca günde 75 damla peroksit aldıklarını ve aynı dozun çocuklara da verildiğini söyledi. Lider Wah, 1991´den beri tarikatın başında ama geçen yıl Kanada´dan kovulmuştu.

 

Kafasının arkasından çıkan ok

Portland Üniversitesi tıp fakültesi acil servis doktorları, bir gece kafasına av oku saplanmış bir adamla karşılaştılar ama bu adam hastaneye alınmadı. Tony Roberts 25 yaşındaydı, hafta sonu tatilinde bir arkadaşı bira şişelerine ok atarken hedefi şaşırmış ve ok gelip Tony´nin sağ gözüne girmişti. Doktorlar okun sadece bir mm. sola kayması halinde ana kan damarının kesileceğini ve öleceğini belirttiler. Nörocerrah Dr. Johnny Delashaw, okun beyne 20-25 cm girmiş olarak kafanın arkasından çıkmış olduğunu ve belki de çok önemli damarların kopmuş olabileceğini belirtiyordu, üstelik Delashaw Tony´nin oku çekip çıkarmaya çalışarak kendisini öldürme noktasına geldiğini de söylüyordu. Ok yerinden çıkarıldı ameliyat tahminlerin aksine çok kolay geçti, hiçbir damar ve hayati merkez zarar görmemişti. Bütün bunlardan sonra Tony hastane masraflarına itiraz edince kıyamet koptu çünkü Tony´nin ve oku atan arkadaşının meslekleri ortaya çıkmıştı; ikisi de tehlikeli film sahnelerinde oynayan birer dublördüler. Olay, kaza falan değildi, oturup tehlikeli bir sahnenin provasını yapmışlardı. Sonuçta hala sigorta kavgaları sürmekte...

 

Şansın bu kadarı da fazla...

İngiltere, Norwich´de kamp yapan 23 yaşındaki kampçının çadırının üzerine 33.000 voltluk bir yüksek gerilim kablosu düştü. Kampçı ucuz olsun diye paralı kamp alanının dışına çıkıp gerilim hatlarının altına çadırını kurmuştu. Karanlık olduğu için de çevredeki uyarı levhalarını görmemişti. Yoldan geçenler önce bir parıltı, ardından da bir haykırma duymuşlar ve hemen ambülans çağırmışlardı. İtfaiyeciler kabloyu kaldırarak adamı çadırın içinden çıkardıklarında, sadece ellerinin yanmış olduğunu gördüler. Elektrik idaresinin yetkilisi şöyle diyordu; "Bu kadar şans görülmemiştir, adam küçük yanıklarla kurtulmuş oysa bu hatlardaki enerji yükü çok fazladır, yaklaşmak bile tehlikelidir. Çadırın metal elyafdan yapılmış olması onu kurtarmış. Ayrıca şoku yeyince, kuzeye doğru düşerek, kutbi manyetik alan doğrultusunda bir hat oluşturmuş ve enerji üzerinden akarak yere demir çivilerle çakılı olan metalik tente aracılığı ile toprağa geçmiş. Böylesi hiç yaşanmadı."

 

Schumann ve Kaybolan Konçertosu

Robert Alexander Schumann 8 Haziran 1810´da Almanya´nın Zwickau şehrinde doğmuş ve edinilen bilgilere göre Bonn civarında 1856 yılında delirerek ölmüştür. Müzik tarihinin en çok sevilen insanlarından biriydi. Eşi Clara piyano virtüözüydü. Sanatın zirvelerindeyken şahane müzik eserleri yaratmıştı. Yaşlandıkça Schumann içine kapandı. 1850 yıllarına doğru maddi sıkıntıdan dolayı ek işler yapmaya başlasa da çok geçmeden bırakmak zorunda kalmıştı. 1845 yılında rahatsızlanmış ve kendisini Rhine nehrine atmıştı. Fakat kurtarıldı, olaydan sonra Schumann akıl hastanesine kaldırıldı ve iki yıl sonra da vefat etti. Schumann sağlığında Spiritüalist toplantılara katılıyordu, ruh çağırma tutkusuna kapılmıştı . Bu toplantılarda Beethoven´in kendisiyle bağlantı kurmak istediğinden bahsederdi. Son kompozisyonu piyano için beş varyasyonlu bir parçaydı. Bu eserini rüyasında görünen Schubert ve Mendelesshon´un yazdırdıklarını söylüyordu. Schumann´ın ruhuyla ile ilk olarak 1933 yılının Mart ayında Baron Palmstierna´nın yönettiği iki medyum aracılığı ile irtibat kurulmuştu. Celse medyomlarından Yelly dAranyl Schumann´ın kayıp olan bir eserini bulabileceğini söylemişti. Bu eser bestecinin tek keman konçertosuydu. O zamana kadar üstadın böyle bir eseri olduğu bilinmiyordu. İki hafta sonra yapılan celsede bir ipucuna rastlandı: Olay, müzik eleştirmeni Prof. Donalt Toyev´e anlatıldı. Toyev, kendisinin böyle bir konçertoyu duyduğunu fakat şimdi nerede olabileceği konusu hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığını söyledi. Aslında Schumann da eserinin nerede olduğunu bilmiyordu. Ağustos ayına kadar devam eden celselerde adı geçen eser önce Hochschule´de sonra da Berlin´de aranmıştı. Sonunda celseyi yöneten Baron´un araştırmalarıyla eser Berlin Deutsche Staatsbibliothek arşivlerinde bulundu. Konçerto gün ışığına çıkınca Schumann´ın bunu Joseph Joachim´e atfen yazıldığı öğrenildi. Eser halk huzurunda hiç çalınmamıştı. Bu arada Schumann ile kurulan ruhsal irtibatlar halen devam etmekteydi ve besteci konçertonun yarım olmadığını söylüyordu. Schumann´ın D minör keman konçertosu 1937´de basına açıklandı. İlk olarak Adolf Hitler´in emriyle Berlin Filarmoni Orkestrası eşliğinde George Kulenkampff tarafından çalındı. 1938 yılında aynı zamanda iyi bir piyanist olan medyom Yelly dAranyi tarafından konçerto bir kez daha çalındı ve Medyom Yelly sonradan bu konserine hazırlanırken Schumann´dan yardım aldığını söylüyordu. Suçlu acaba kimdi? Schumann mı yoksa Kozmik Şakacı mı?

Garip olaylar, inanılmaz hikayeler

Bu Kadarı da Fazla!

ABD Ohio´da 1939 yılında Lewis ailesinin ikiz erkek çocukları oldu, durumları çok kötüydü ve çocuklara bakmaları imkansızdı. Bu yüzden, aile çocuklardan birisini evlatlık olarak vermek zorunda kaldı. 40 yıl sonrasına kadar, iki kardeş biraraya gelemediler ve buluştukları gün gariplik başladı. İki kardeşe de James adı verilmişti, ikisi de avukatlık eğitimi görmüşlerdi, mekaniğe ve de halıcılığa meraklıydılar, üstelik usta derecesinde. James kardeşlerin evlendikleri kadınların ikisinin de adları Linda´ydı, ikisinin de birer oğulları olmuştu ve birbirinden habersiz iki kardeş oğullarının adlarını James Allan koymuşlardı, her iki James Allan´da ikişer defa evlenmişti ve ikinci karılarının adı Betty´idi. İnanın dalga geçmiyorum, ikisinin de köpeklerinin adı Toy´du. ve de her ikisi de her yaz Florida, St Petersburg´da tatile gidiyorlardı. İnanmadınız mı? Readers Digest Dergisi, 1980 Ocak sayısını okuyun..

 

Garip Olaylar-16. Louis ve 21 sayısı

İçinde bulunduğumuz ortamda yaşarken, kesin olarak hiçbirşeyin değişmeyeceğini sanıyor ve birdenbire normaldışı bir olayla karşılaştığımızda şok geçiriyoruz. Oysa, eğer görebilmeyi becersek veya uyarıları kabullenip yaşam yolumuzu değiştirebilsek acaba farklı bir varlık olabilirmiyiz?. Aynen Fransa Devrimi´nin talihsiz kralı 16.Louis gibi; Louis daha çocukken garip bir adam ziyaretine geldi, genç kral adayını uyarmak istiyordu, 21 sayısının Louis için tehlikeli olduğunu söylüyor ve ömür boyu her ayın 21´inde kralın yanında olmak istiyordu, onu ancak böyle koruyacaktı. Louis adamdan hoşlanmadı ve saraydan uzaklaştırdı. Adam giderken 21 sayısının onu öldüreceğini haykırdı. Çok uzun yıllar geçti, Devrim patladı, Kral ve Kraliçe kaçarken Varennes Ormanında yakalandılar, tarih 21 Haziran 1792´idi, 21 Eylül´de Devrim Konseyi Krallığı lağvedip, cumhuriyeti ilan etti ve 21 Ocak 1793´de ise Kral 16.Louis giyotinle idam edildi. Acaba 21 sayısının garip raslantısını farketmiş ve o garip ziyaretçiyi hatırlamışmıydı? Peki,o adam kimdi?

 

Garip Olaylar-İkiz kader

Kader de İkiz olabilir...

28 Temmuz 1900´de İtalyan Kralı 1.Umberto sporculara ödül vermek için Roma´dan Milano´ya giderken dinlenmek ve birşeyler yemek amacıyla küçük bir kır lokantasının önünde arabasını durdurdu. Küçük lokantanın sahibi Kralı karşılamaya koştu ve işte o anda herkes şok geçirdi çünkü lokantanın sahibi Kral Umberto´nun sanki ikiziydi, bu kadar benzeyebilirdi. Üstelik onun adı da Umberto´ydu. Ama bu benzerlik hiçbirşey sayılmazdı çünkü arkası vardı; Her iki adam da aynı gün, 14 Mart 1844´de aynı kasabada doğmuşlardı, her ikisi de 22 Nisan 1868´de evlenmişlerdi ve her ikisinin de karılarının adı Margherita´ydı, her ikisinin de birer oğlu vardı ve her iki çocuğun adı Vittorio´ydu ve Kral Umberto´nun taç giydiği gün, lokantacı Umberto dükkanının açılışını yapmıştı. Kral ve Umberto dost oldular, 1866´da savaşda Kral´ın Albay rütbesiyle orduya katıldığı gün, Lokantacı Umberto askere alınmıştı, çavuş olduğu gün ise Kral Alay Komutanı oldu. Kral Umberto çok etkilenerek, bunun önemli bir olay olduğunu belirtti, ayrılırken tekrar görüşmek istediğini lokantacı ikizine söyledi. Ve ertesi gün yardımcıları meclise gitmeye hazırlanırken Kral´a kötü bir haber getirdiler, lokantacı Umberto silahla şakalaşan bir arkadaşının kaza kurşununa kurban giderek yaşamını yitirmişti, Kral çok üzüldü, cenazesine katılacağını söyledi, sarayın merdivenlerinden inerken, üç el silah sesi duyuldu. Suikastçinin ilk kurşunu boşa gitmişti ama diğer ikisi Kral´ın kalbine isabet etti. İtalya Kralı 1.Umberto kader ikizinin öldüğü gün yaşamını yitirdi. Aynı gün doğdular, aynı olayları yaşadılar ve aynı gün yaşama veda ettiler, bu kadar raslantının anlamını kim açıklayabilirdi ki?

 

Garip Olaylar-Baronların kaderi

1872 yılında Fransa, Tarazone´da Baron Rodemire de Tarazone öğleyin evinden çıkarken Claude Volbonne tarafından tabancayla öldürüldü, olur ya demeyin çünkü Baron´un babası da yirmi yıl önce aynı şekilde, aynı yerde öldürülmüştü ve katilin adı yine Claude Volbunne´du. Her iki suikastçinin birbirleriyle hiçbir ilişkisi yoktu ve çok ayrı kentlerden Marsilya´ya gelmişlerdi. Raslantı işte (!)

 

Garip Olaylar-Başımıza taş yağdı

Başımıza taş yağar mı?

1971´de Avustralya´da Sydney´de gökten altın sarısı yağmur yağmaya başladı, yapış yapıştı ve boyuyordu. Sonradan balarısı polenlerinin buna neden olduğu anlaşıldı.

1976´da 3 Mart´da ABD´de Kentucy´de gökten taze et parçacıkları yağmaya başladı. İşin tuhafı gökte bulut yoktu, uzmanlar bunların at eti parçaları olabileceğini söylediler fakat tam bir açıklama yapılamadı.

Ama 25 Temmuz 1973´de ABD´de Albany´de saat 16:15´de gökten yağan binlerce kağıt gerçek anlamda bir bilinmeyendir. Üçte ikisi beyaz olan kağıtlarda, hiç anlaşılamayan garip formüller, şekiller ve grafikler vardı, hiçbir uzman bunların ne olduklarını anlayamadı. Kent iki günde ancak temizlendi. Acaba Tanrı notlarını mı düşürmüştü?
 

Ripley'den ister inan ister inanma

RIPLEY´DEN İSTER İNAN İSTER İNANMA

Amerikalılar ilginç insanlardır, en büyük, en küçük, en çok, en az gibi en olmadık şeylere çok meraklıdırlar. Yaşamlarında sürekli olarak normaldışının, olağanüstünün, inanılmazın yeri önemlidir ve en ücra köşesinden mega kentlerine kadar Amerika´da böyle showların, müzelerin yer aldığını her an görmek mümkündür. Guiness Rekorlar Kitabı böyle bir yaklaşımın ürünüdür, yüz katlı gökdelenler Amerikalının fiziksel yaşamı için değil, psikolojik tatmini için yapılır. Yüzüncü kattan aşağı baktığında, dev bir ulusun özgün ve de acımasız kompleksini yaşar. Ay´a gitmek, UFO´larla haşır neşir olmak, soyunu sopunu kuruttuğu Vietnamlıların Napalm bombasıyla derileri yüzülmüş çocuklarını tv ekranından göstererek kendi yaptığına vahşet diyebilmek, trilyonluk filmlere imza atmak gibisinden sıradışı herşey sanki sadece onlar için geçerlidir. Gariplikler ülkesi Amerika´da bir zamanlar bir de Gariplikler Kralı yaşadı, işte onu anlatıyoruz yani tüm Amerikalı´ların en çok tanıdığı birkaç isimden birini, Fenomen Adam Robert Ripley´i ve onun yarattığı "İster İnan İster İnanma" efsanesini hayretle okuyacaksınız.

Robert LeRoy Ripley, bir yılbaşı gününde, California´da Santa Rosa´da 1893 yılında doğdu. Çocukluğu resim çizmek ve beyzbol oynamakla geçti. Yaratıcı ve gerçekten yetenekliydi, 1908 yılında daha 15 yaşındayken ilk karikatürünü Life Dergisi yayınlayıp, ona 8 $ ödeme yapınca, Ripley geleceğinin bu alanda olacağına inandı. Okulda ortalama bir öğrenciydi, yazmaktan öte çizmeyi sevdiğinden kararını vererek 18 $ haftalıkla "San Francisco Bulletin" gazetesinde spor karikatüristi olarak işe başladı. Ripley şanslıydı, birkaç başarılı yıldan sonra "San Francisco Chronicle"a geçti, bu ünlü ve etkin gazetede dört yıl boyunca çalışırken aralarında Jack London´un da bulunduğu birçok önemli yazarla tanıştı, uzun süre Çin mahallesinde yaşayarak Çin kültürüyle derinlemesine tanıştı. 1913´de Chronicle bir yangın sonucunda kapanınca, Ripley cebindeki birkaç kuruşla kendini New York´a attı ama işşizdi. Ama şanslıydı, birkaç hafta içinde Globe´da 100 $ haftalıkla iş buldu. 1914´de Londra, Paris ve Roma´yı gezerek büyük müzeleri inceledi ve kafasındaki düşünceleri geliştirdi.

Bir gün Ripley, spor dünyasındaki şaşırtıcı olaylarla ilgili bir koleksiyonun oluştuğunu farketti ve bunları çizgi resim dizisi halinde hazırlayarak editörüne gösterdi. Editör, bu fikri sevdiğini ama bu insanların gerçekten ilginç olup olmadıklarından emin olmadığını belirtti. Ripley, o gece dünyaca ünlü sloganı olan "İster İnan, İster İnanma"yı bularak 19 Aralık 1918´de Globe´da diziye başladı. Sanki bir bomba patladı, Ripley´in köşesi en çok okunan köşeydi ve okuyucular daha fazlasını istiyorlardı. Sadece New York Eyaleti´nde iki düzine gazete Ripley´in köşesini satın alırken, Ripley dokuz yılın sonunda New York Evening Post´la anlaşma imzaladı. Bunu Simon and Schuster Yayınevi ile "Believe It or Nots" adlı kitap dizisinin anlaşması izleyecekti. Ardından da 1929´da ünlü yayıncı Hearst Ripley´i tüm yayın haklarını satın aldı. Kitap dizisi Amerika´nın ekonomik kriz yaşadığı 30´lu yıllarda milyonlarca adet satacaktı. İnanılmaz olaylar koleksiyoncusu Ripley artık, günde 3500 mektup alıyordu, en ilginç olayı anlatanlar arasında bir yarışma düzenlendiğinde rekor kırıldı ve 14 günde 2,5 milyon mektup geldi. Ripley´in "İster İnan, İster İnanma" köşesi Avrupa ülkelerinde de yayınlanıyordu.

1920 yılında, Ripley Güney Amerika´yı gezerek inanılmaz olayları kovaladı. 1923´de Uzak Doğu ve Çin´de aramalarını sürdürdü. Windsor Dükü, ona modern Marko Polo adını takmıştı. Yaşamının sonunda, pasaportunda 198 ülkenin vizesi bulunuyordu. Zaman zaman lüks uçaklarla, zaman zaman deve ve eşeklerle dolaşıyordu. New York´da Waldorf-Astoria Oteli´nde verdiği uluslararası baloya 14.000 kişi katıldı, yemek menüsü 15 dilde yazılmıştı. Aynı yılda, Chicago´da kendi adını taşıyan müzeyi açtı. Bunu başka kentler izledi. 1930´larda geliri yılda 500.000 $´dı ama ekonomik kriz onu da etkiledi, zenginlikle fakirlikle arasında gidip geliyordu. 1931-32´de Warner Bros´la anlaşarak "İster İnan, İster İnanma"yı sinemaya aktarıyor ve günümüze kadar ulaşan akılalmaz görüntüler ebedileşiyordu. 1934´de SSCB´yi ziyaret ettikten sonra Rus halkını kötü yaşam koşullarını anlatan yazılar yayınlayınca Sovyetler tarafından istenmeyen adam ilan edildi. II. Dünya Savaşı´ndan sonra Kraliyet Akademisi´ne üye seçildi. Fotoğrafın çok etkin olmadığı daha da doğrusu kitlesel kullanımın olmadığı yıllarda Ripley, önüne gelen "İster İnan, İster İnanma" olaylarını resimleyerek yayınlıyordu, onun açtığı yoldan daha sonra ünlü çizgi roman kahramanları "Charlie Brown" ve "Peanuts" gelecekti. 1940´larda "İster İnan, İster İnanma" televizyondaydı, Nielsen Rating sisteminin belirlediğine göre"İster İnan, İster İnanma" New York´da binlerce tv cihazı Ripley için satılmıştı. Yaşamının sonuna doğru artık "İster İnan, İster İnanma"olayları adeta Ripley´e doğru akıyordu, binlerce vakalık bir koleksiyona sahipti. Gerçekten de günümüzdeki sınırsız imkanlara rağmen, böyle bir derleme ve koleksiyon henüz yapılamadı. "İster İnan, İster İnanma" hala kendi türünde tüm zamanların en iyi yapıtı olarak kalıcılığını sürdürüyor.

Ripley, 27 Mayıs 1949´da kalp krizinden öldü, daha 53 yaşındaydı. Ama efsane hala sürüyor, "İster İnan, İster İnanma"sloganı gezegensel bir slogan olarak unutulmuyor. Ripley´den sonra hatta yaşamı sırasında da karşıtları çoktu, iddialara göre Ripley "Yüzyılın Yalancısı"ydı, temelde ya da zaman zaman gerçek olaylar elde ediyor ve onların yarattığı hayret ve şaşkınlıktan yararlanarak uydurduğu ve hileli olayları o olayın gölgesinde ileterek dikkatlari bir anlamda köreltiyordu. Aynen bazı illüzyonistlerin yaptıkları gibi. Ama bu tür karşıt iddialar belki 40´lı veya 50´li yıllarda geçerli olabilirdi, daha da ötesi binlerce olayın içinde muhakkak sahte veya kurgu olanları da vardı, efsanenin sürmesi için olayların durmaması gerekliydi ama Ripley´in "İster İnan, İster İnanma"sı içinde öyleleri vardı ki, tartışılması mümkün değildi ve modern tekniklerle de hileler artık hemen saptanabiliyordu. Birçok olayın resmen belgelenmesi karşıtların işini güçleştirirken bazı olayların kahramanlarının yaşamaları da ciddi bir kanıttı. Kısacası Robert Ripley ve "İster İnan, İster İnanma"gerçek garipliklerin üzerinde gelişen bir 20.Yüzyıl efsanesiydi.

 

İster inanın ister inanmayın

 

İster İnanın İster İnanmayın

* Brezilya´da yaşayan bir tür balığın dili o kadar serttir ki, yöredeki halk tarafından balığın dili zımpara olarak kullanılır.

* Flüt adı enstrümanın adı Sicilya´da yaşayan bir yılan balığının adıdır.

* New York´da yapılan bir yarışmada İsrael Weintraub 20 dakika içinde 146 istiridye yiyerek rekor kırdı ama daha sonra hastanelik oldu...

* New Jersey´de 7.000.000 yarasa yaşamaktadır işin inanılmaz yanı belediyenin bu yarasalarla mücadele etmesi için görevlendirdiği görevli sayısı bir kişi olmasıdır ve o da kadrolu değildir. İster inanın, ister inanmayın.

Bunları biliyormusunuz?

 

* Bir köpekbalığının avını içine çekme gücü 12 sanayi tipi elektrik süpürgesinin gücüne eşittir.

* Serengeti´de yaşayan Öküzbaşlı Afrika antilobu, günde 4.000 ton gübre depolamaktadır.

* Bir çığın ortalama hızı saatte 380 km´nin üzerindedir.

* Dünyanın en büyük kemirgeni olan Capybara´nın ağırlığı 45 kg´ın üzerindedir, suda yaşayan bu hayvanlar Venezuelalılar tarafından balık niyetine yenmektedirler.

* New York, Times Square´da bulunan Coca Cola ışıklı reklamının ağırlığı 3.5 tondan fazladır, ışıklandırma için 12.000 ampul kullanılmaktadır ve kabloların uzunluğu 108 km´den fazladır.

* Panama´da yaşayan akbaba-arısının çiçeklerle başı hoş değildir, ölülerin etlerini yemekten hoşlanır, sokmak için iğnesi olmayan akbaba-arı buna karşın çok güçlü çenesiyle insanlarda ve hayvanlarda derin yaralar açabilir.