Bilinmeyen Atatürk Köşesi

İNSAN ATATÜRK

İstanbul Üniversitesinin açılış töreni. Çok mütevazı bir salon, tahta iskemleler, ortaya Atatürk’ün oturması için kırmızı renkte süslü muhteşem bir koltuk konmuş. Profesörlerle birlikte geliyor, buyurun diyorlar. Bir koltuğa bakıyor dönüyor profesörlere, aynen şunları söylüyor; “Sizlerden öğrenecek o kadar çok şeyim olduğuna göre bu koltuk sadece sizlere layıktır” diyor. En kıdemli profesörü o koltuğa oturtuyor ve kendisi tahta iskemlede programı sonuna kadar izliyor. Evet yani kendince hak etmediği hiçbir koltuğa oturmayan bir Mustafa Kemal’i görüyoruz orada. Dünya lideri olmak sanıyorum bu evet .
Bu arada İstanbul ve Ankara illerinden birisine Atatürk adının verilmesi için bir kanun önergesi veriliyor meclise. Bu önergeyi vereni hemen çağırıyor ve aynen şunları söylüyor; “Bir ismin dillerde kalması için şehrin temellerine sığınmasına gerek yoktur. Bakın bu şehrin ismi İstanbul ama Fatih Sultan Mehmet’i hemen hatırlıyoruz. Eğer ben bir şey yapabildiysem bunu binaların tepelerine, şehrin temellerine ismimi yazarak değil milletimin kalbine yazarak anılmak isterim” diyor, hiçbir yere adının verilmesini kabul etmiyor. Şimdi bakıyorum da önüne gelenin adı bir yerlerde yazıyor ve merak ediyorum nasıl oluyor bu diye...

 

YAZAR, ŞAİR VE GAZETECİ ATATÜRK

Atatürk yazmaya da vakit bulabilmiş. Evet bir geometri kitabı yazmış. Üçgen, açı, dikdörtgen gibi ve 48 tane geometri teriminin isim babası, bu yazdığı kitapla bizzat Mustafa Kemal’dir. İyi ki de yazmış yoksa eşkenar üçgen demek için; “müselleseyi bilmemne bilmemne...” demek gerekecekti. İnanın bu kadar şeyi aklımda tutuyorum, bir onu tutamadım. İyi ki yazmışsın dedim. Bu arada Atatürk her sektöre el attı dedim ya, basın sektörüne de el atıyor ve bir gazete çıkarıyor. Adı “Mimber”, 52 sayı çıkmış ve bu gazeteleri okuduğum zaman, işte bu Mustafa Kemal’in gazetesi dedim.”Sansür” kelimesi ilk defa bu gazetede yer almıştır. Bu arada keşke bütün Türk gençlerimiz bu gazeteleri okuyabilseydi diye düşünmeden de edemedim. Çok moral bulurlardı. Bu arada çok güzel şiirler yazmış. İlk şiiri, 1908 Şanlı Ordu Dergisi’nde yayınlanmış. Bu arada nutku yazmış, tiyatro eserleri yazmış, sinema senaryoları yazmış, yazmış yazmış. Peki okumuş yazmış ama sadece gününün problemlerine mi çare bulmuş Mustafa Kemal? Sadece gününü mü kurtarmış acaba? Hadi gelin esas önemli olan da bu, buna bir bakalım mı ne dersiniz?

 

EKONOMİST ATATÜRK

Atatürk inanın, bu günü çok net görmüş, hadi görmekle kalsa iyi, bir de bu gün kullanacağımız kadar güncel geçerli ve çözümsel önerileri de yazarak bırakmış bir lider. Söyleyin bana hangi ülkede var böyle bir lider? İşte ilk örneğimiz; sorunların bir tanesi de ekonomik sorunlar. Peki Amerika’nın en ünlü ekonomistlerinden birisi olan Mr. Jhons bize ne öneriyor? Diyor ki; “Türkiye ekonomiyle savaşta bir tek Atatürk’ü örnek alsın yeter” Atatürk’ün ekonomi ile de ilgili ne görüşleri vardı acaba? Bunun üzerine, Maliye arşivine indim, incelememde gördüm ki, Atatürk’ün ekonomide en önem verdiği şey Türk parasının değerini korumak. 1919’a baktım, Türk parası Sterlin karşısında var, o zaman dolar yok, Sterlin karşısında 605 kuruş. Diyelim bir savaş yapıldı, ülke yıkıldı tekrar yapıldı. Peki 1938’de kaç kuruş biliyor musunuz? Yani 19 sene sonra? İnanılmaz  bir şey, 616 kuruş. Buna gerçekten inanmaya imkan yok. Peki dedim ki herhalde yanlış okudum, banknot artış hacmine baktım, banknot artış hacmi 1919’dan, 1938 son dört ayına kadar, (sağlığından dolayı son dört ay ilgilenemiyor) sadece % 8 artmış, bu çok büyük bir başarı. Peki o son dört ayda ne oldu, tahmin ettiniz mi? % 15. Yani 19 senede  % 8, son dört ayda % 15. Bir arşiv belgesi daha aktarmak istiyorum size. 5 Aralık 1927’de bir Türk Lirası verdiğimiz zaman, karşılığında 2 dolar alabiliyormuşuz. Eğer bizim nesil vazifemizi yapaydık, bugün 20 liralık banknotu götürecektiniz, karşılığında 40 dolar alacaktınız. Ve diyorum ki bizim yaptığımız, size çektirdiğimiz sıkıntıları çekmemeniz için lütfen ekonomik görüşleriyle Atatürk’ü mutlaka incelemenizi tavsiye ediyorum. Biliyorsunuz 1929’da çok büyük bir ekonomik kriz var. Bütün dünyayı sarsan bir ekonomik kriz. Peki soruyorum size sarsılmayan bir ülke var mı? Türkiye var. Peki 1929’da bütün dünya, en gelişmiş ülkeler bile buhran yaşıyor. Haydi biz etkilenmedik ama rakamlara bakın kişi başına düşen milli gelir % 51,2 artıyor. Eksilmeye alışmışız da artma kelimesi garip geliyor bize. Enflasyon ne kadar? Sadece % -1.2, bunlar resmi rakamlar...

ATATÜRK VE SANATÇIYA SAYGI

Nehire Nehir hanımefendi anlatıyor; “O zamanlar kadınların sanatçı kimliğini yeni yeni kazandığı dönemler. Benim tiyatroda çömezlik dönemim. Muhsin Ertuğrul, Darül Bedai’ye baş yönetmen olarak atanmış. Çok titiz bir insan. Provadan oyuna her şey saat titizliği ile işliyor, perde bir saniye bile geç açılmıyordu. Provaya geç kalan oyuncu derhal oyundan uzaklaştırılıyordu. Eee tahmin edersiniz ki bu durumda Muhsin Ertuğrul’unda düşmanı çoktu. Bir gece Dolmabahçe’den Atatürk’ün Şehir Tiyatrolarına geleceği haber verildi. Ben de karşılamak için hazırdım. Fakat Paşa gecikti. Muhsin Ertuğrul kendisini beklemeden perdeyi saniyesi saniyesine açıp oyunu başlattı. Atatürk 4 dakika geç kalmıştı. Etraftaki dalkavuklar Atatürk geldiğinde Muhsin Ertuğrul’un onu beklemeden perdeyi açtığını ellerini ovuştura ovuştura anlattılar Atatürk “Yaaa, öyle mi Muhsin Ertuğrul’la Görüşürüz” dedi. Herkes Muhsin Ertuğrul’un işinin bittiğine inanıyor, ben müdür olacağım sen müdür olacaksın kavgaları bile başlıyor. Atatürk piyesin bitiminde Muhsin Ertuğrul’u ayakta karşılıyor. Deminkileri de yanına çağırarak aynen şunları söylüyor; ‘Sizi tebrik ederim işinizle ilgili ciddiyetiniz ülkenin gelişimini cidiye aldığınızı gösterir biz geç kaldık siz vazifenizi yaptınız eğer bir tek benim için perdeyi açmayıp oyunu başlatmasaydınız bu dalkavukluktan ileri gitmez ve beni çok üzerdi ben herkesin her sahada işini bu kadar ciddiye almasını istiyorum ülke ancak böyle ilerler efendiler’. Etraftakilerin suratları görülmeye o sırada değerdi.”Ama işte liderlik diyorum...

Düşmanımız dünden daha az değil, dünden daha çok. Bütün ülkelerin gözü bizim ülkemizde. Nasıl olmasın ki! Galiba bir tek bizim gözümüz yok şu ülkede. Bu gün bunun için parçalama ve bölme girişimlerini yüz yıllardır uyguluyorlar. Bir ara siyasi girdiler, sağ-sol diye böldüler, kapışın dediler, yutmadık. Daha sonra etnik böldüler, kürt-Türk dediler, kapışın dediler, yutmadık. Dinimizi kullandılar, kapanan-kapanmayan, laik olan–olmayan, Atatürk’çü olan, olmayan diye dörde beşe, tarikatlara bölünün dediler ki kolay alalım, yutmadık. Ekonomiyi kullandılar, zengin, fakir, alan, alamayan dediler, gene olmadı. Yani tazı eski tazıydı, habire çulunu değiştirdiler. Oyunun kuralı buydu ama biz bu oyuna hiç gelmedik gelmeye de asla niyetimiz yok. Yeni Atatürk’ler yetişiyor ve gelmekte. İşte bugün bizi kuvvetlendikçe budanan, diğer türlü olduğu sürece de sulanan bir ağaç misali görmek gafletinde olan, ya da başka bir deyişle ayağa kalkmayacak kadar destekle ama yere düşmeyecek kadar köstekle politikası uygulamaya çalışan tüm ülkelere, iç ve dış düşmanlarımıza karşı en güzel cevabı ne zaman vereceğiz biliyor musunuz? Onu anmayı bırakıp anlamaya başladığımız zaman. Onu yakamızda taşıdığımız kadar fikir ve eylemlerimizde de taşıyabildiğimiz zaman. Onu özlediğimiz kadar özümsediğimiz zaman. Onunla yarışan ama onu aşmış yeni Mustafa Kemalleri yetiştirebildiğimiz zaman vereceğimiz inancıyla. sizlerden Mustafa Kemal’in gösterdiği  hedefe henüz ulaşamamış olmaktan dolayı özür diliyor, bu hedefe ulaşana dek sakın bizi affetmeyin diyor ve bir şiirle sözlerime son veriyorum.

Atatürk’de, et artı kemik artı kandı,
İnsanüstü değildi yani Atatürk,
Atatürk’de herkes gibi kusurları olan,
Küçük büyük ve çirkinde olabilirdi ama güzeldi...
Atatürk yorgunluk kahvesini bir su başında yudumlamayı,
Serhat türkülerini, Alaturkayı, mesela Safiye Ayla’yı,
Yemeklerden fasulye pilakisini seven,
Mirkelam bir İstanbul efendisi.
Aşık ve şair, mahcup ve ürkek,
Karadenizli değil ama Karadeniz kadar canlı,
Adanalı değil ama Adanalı kadar sıcak kanlı,
Ve bir Aydınlı kadar oturaklı ve zeybek.
Velhasıl bizim mayamızdan bizim kumaşımızdandı Mustafa Kemal.
İnsan üstü değildi Atatürk,
Tam insandı...

 

ÇEVRECİ ATATÜRK

Atatürk’ü ağlarken tarih çok ender tespit etmiştir. 25 yıllık
araştırmacıyım, 7 tespitim oldu. İlki Çanakkale’de topçu atışımız başladığı
sırada döktüğü gözyaşıdır, bir diğeri ise hepimizin bildiği bir hikaye ama
ben yine de anlatacağım. O günün Ankara´sı kurak, çorak bir köy. Çankaya’dan
meclise gelirken yol üzerinde sadece ama sadece bir tek iğde ağacı varmış.
Atatürk, o iğde ağacının önünden her geçişlerinde arabasını durdururmuş, inermiş
ve o iğde ağacına selam verirmiş. “Aman paşam ne yapıyorsunuz böyle?”
demişler, “Eee, o yediğim meyvenin, sığındığım gölgenin, soluduğum havanın
bir neferi. En az diğer neferler kadar bunun da selama hakkı var.” demiş.Yani;”Niye şaşırıyorsunuz?” der gibiymiş. Ve bir gün yanında bulunan
arkadaşına; “İşte bu benim...” derken bir de bakıyor, ağaç yok ortada hemen
iniyor; “Ne yaptınız bu ağaca?” diyor. “Paşam” diyorlar; “Yolu genişletme
için mecburduk kestik o ağacı”. “Yahu diyor bir de bana soraydınız, bu ağacıı
kurtaracak bir yolu mutlaka bulurdum” diyor. Daha fazla dayanamıyor,
arabasına biniyor, şoförünün ve arkadaşının gözü önünde hüngür hüngür
ağlamaya bşlıyor. Bir tek iğde ağacı için mi dersiniz? Hayır. Ağaç çok zor
şartlarda kurtardığı bu topraklarda yetişen bir canlıdır ve lideri olduğu
için de bu toprakların da o iğde ağacının da sorumluluğu Mustafa Kemal’in
omuzlarındaydı da onun için...
 
Galiba şimdi anlatacağım inanılmaz projeyi de o gün düşünmeye başlamıştı.
Hani “Bir daha böyle bir şeyle karşılaşabilirsem nasıl müdahale
edebilirim...” diye. Bildiğimiz  doğa katliamı yani en kolay yaptığımız
katliam. Yıl 1930, Atatürk Yalova köşküne doğru çıkmakta. Bir de bakar bir
bahçıvan koca bir çınar ağacını kesmek üzeredir. “Yahu” der “Sen haytında
hiç böyle bir ağaç yetişdirdinmi ki? Kesmeye muktedir görüyorsun kendini ve
niye?” der. Bahçıvan der ki; “Paşam, çınar ağacının kökleri köşkün temelini
kaldırdı, yaprakları da köşkün pencerelerine müdahale ediyor. Ya köşkü
kaybedeceğiz, ya ağacı keseceğiz. Onun için de kusura bakmayın ama biz ağacı
kesiyoruz”. Bir an düşünür ve; “Hayır gerekirse köşkü ağaçtan
uzaklaştırırız” der. Derler ki bu gün Mustafa Kemal bir hoş. Ne demek köşkü
ağaçtan uzaklaştırmak? Mühendis değil, mimar değil, ziraatçı değil ama ne
yapar biliyor musunuz? İstanbul’da köprü altındaki tramvay raylarını
Yalova’ya taşıtır. Köşkü olduğu gibi tutarak kendisi de kazma
kürek temelini kazarak ve köşkün altına tramvay raylarını döşeyerek köşkü
ağaçtan, 4 metre 80 santim kenara çekerek hala Cumhuriyetimiz gibi ayakta
durmakta olan çınar ağacının kurtuluşunu temin eder.
 
Dünya çevre lafını ne zaman etmeye başladı? 1980 den sonra. Ama Mustafa
Kemal 1980´den önce, 1930 yılında dünyaya somut bir çevre dersi vermektedir.
5 Mart 1996’da “Atatürk ve Türk Kadını” konulu tiyatrolu konferansımı 25
gençle sunuyorum. 25 gençle birlikte prova yaptık,yorulduk, oturduk,
televizyonu açtık. İkinci haber olarak 6 dakika müddetle ve 5 kere görüntü
tekrarlanmak üzere önemli bir haber verildi. Haberi aynen aktarıyorum, diyor
du ki; “Amerika’da eski bir ünlü bir müzikhol hiç yıkılmadan dünyada ilk kez
uygulanan bir yöntemle, raylar üzerinde iki metre kenara çekilerek yerine
yeni bir binanın yapıldı”. Dünyada ilk kez lafı da beş kere edildi.
gençlerden biri kalktı ve ne dedi biliyor musunuz? “Ya öğretmenim biz tarihe
pek bir daldık. Bakın el alem neler yapıyor? Teknik, medeniyet biraz da
onlara baksak” deyince arşivimde 1930’da Atatürk’ün bu işi yaparken çekilmiş
resimleri, raylar üzerindeki çekilen resimleri gösterdim ve dedim ki “Şu
anda ne söyleyeceksiniz bana?” Bir genç kalktı ve; “Ya öğretmenim suç bizde
mi? Biz bu konuyu ilk defa sizden duyuyoruz, sizden görüyoruz bu resimleri”
dedi. Ama o haberi bugün milyonlarca Türk genci izledi ve oturdular 25 genç,
bu haberi veren televizyona bir faks çektiler. Faktsa aynen şu yazıyordu;
“İkinci haber olarak 6 dakika müddetle ama beş kez şu resimleri göstermek
suretiyle bu mesajı verin. Bu gün 1996, Amerika raylar üzerinde bir binayı iki metre çekiyor,
yerine yeni bir bina yapıyor, 1930’da ise Atatürk, binayı 4 metre 8 santim
çekiyor, sadece bir ağaç kurtarmak için” 

Yıl 1996 idi. Yıl 2005...
Hiçbir televizyonda bunu izlediniz mi?  İzlemediniz...
 
Hadi gelin Söğütözü’ne gidelim, hani şu Ankara yakınlarındaki, o zaman için
80 tane söğüt ağacının olduğu yere. Söğütözü’ne Atatürk hep dinlenmek için
gelirmiş. Bir geldiğinde galiba düşündüğünü sesli olarak aktarmış; “Ah !
burda bir kulübem olsaydı keşke”... “Paşam, istediğin bir kulübe olsun hemen
yaparız şuraya” demişler. “Buradaki ağaçlara ne olacak peki” diye sormuş.
“Paşam burdakiler söğüt ağacı; gönülsüz ağaçtır. Sökeriz başka bir yere
dikeriz, mutlaka tutar” demişler. Bir an durur ve; “Bir tek şartla kabul
ederim, Burda yetecek kadar söğüt ağacını kendi ellerimle sökeceğim, kendi
ellerimle dikeceğim, önce tuttuklarını göreceğim, sonra kulübe yapımına izin
vereceğim” der. Yani bu, bugün betonu yeşile tercih eden zihniyete bence en
güzel örnek teşkil eder. Ne yapar biliyor musunuz? Türkiye Cumhuriyetinin
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk makamını Çankaya’dan Söğütözü’ne
hasırlar üzerine taşıtır. Kabullerini orda yapar, imzalarını orda atar,
çadırda kalır ama söğüt ağacını söker, kendi elleriyle diker, tuttuklarını
görür, ondan sonra bugün çok küçücük ama verdiği mesaj olağanüstü büyük olan
bu Söğütözü’ndeki küçük Atatürk kulübesinin yapılmasına izin verir... 25
yıllık araştırmacıyım. Benim elimde 130 belge var bizzat çevre hareketine
bedenen katıldığına dair. Sadece bende 130 belge var, daha kim bilir kaç
belge var...

 

ÇİFTÇİ ATATÜRK

Şimdi Tahsin Çoşkan’u davet edelim. Tahsin Coşkan o zamanın genç bir ziraat mühendisi. Atatürk; “Gel Tahsin seni bir yere götüreceğim fikrini almak istiyorum” diyor. Giderler, Tahsin Bey gösterdiği yere bakar. Bataklık, sivrisinek salgını, hayvan leşlerinin olduğu berbat bir arazidir. “Paşam hayrola?” der. Atatürk; “Buraya bütün masrafı cebimden olmak üzere bir orman çiftliği yapmak istiyorum” der. Coşkan ise; “Paşam buranın ıslahı ya sizin paranızı tüketir, ya da zamanınızı, neden bu kadar mümbit topraklar varken gelip de burayı tercih ettiniz?” der. Atatürk’ün cevabı Atatürk’çedir. Der ki; “Ben en zor olanı yapayım da, siz arkamdan kolayları nasıl olsa yaparsınız.” Ne bilsin ki en kolayları bile çabuk yıkabildiğimizi ama, bu aradaTahsin Çoşkan; “Paşam burda hiçbir şey yetişmez, pek uğraşmayın” der. Ama dinleyen kim. “Tahsin buraya ziraatçileri getir ve incele bana burasıyla ilgili resmi bir yazı getir” der. Biraz sonra Tahsin Coşkan, kendi dediği çıktı diye çok mutludur, üzerinde “Burada hiçbirşey yetişmez...”yazılı, altında da ziraatçilerin imzasının olduğu bir belgeyi Mustafa Kemal’in önüne koyar. Atatürk biraz mütebbessim okur bu yazıyı. Kalemi alır, bu kağıdın yanına aynen şunları yazar; “Burası vatan toprağıdır, kaderine terk edemeyiz”, etmez de. Aynı Sakarya savunması gibi akasya savunmasını ele alır, çam ve köknarı 30 Ağustos olarak tamamlar ve hiç unutmayacağımız bir gün, lütfen hiç unutmayın, tarihte atladık bu günü, 25 Mayıs 1933. Ne yapar biliyor musunuz? Hani 5 Haziranlarda kutladığımız bir gün var, çevre günü değil mi? Çevre günü ne zaman kutlanmaya başladı? 1980 den sonra... Peki 25 Mayıs 1933 nedir? Atatürk o gün ne yaptı? İlk Çevre günü kutlamasını yaptı. Hem de bugünkü gibi, ağaç diktik, çöp topladık gibi değil. Bütün Ankara halkını bedava trenlerle buraya getirtiyor, ağaçlar boy vermişler, altında dinlenmekteler, havuz yapılmış, çocuklar yüzmektedirler. Hatta bütün masrafı cebinden öder ama kazancı almaz, buraya bir fabrika yaptırmıştır, süt ürünleri üretilmektedir ve herkes yemektedir. Herkes çok mutludur ama en mutlusu Mustafa Kemal Atatürk’dür.
Nebizade diye bir arkadaşı vardır, Nebizade’nin de kafası çok karışıktır; “Paşam senden başka bir tek kişi burada bir ağaç yetişeceğine inanmadı. Peki sen nasıl anladın burda orman olacağını?” der. Atatürk de; “Gel Nebizade gel, şimdi anlatayım sana. Hani Tahsin Çoşkan’ın burda birşey yetişmez dediği günün akşamı, tebdili kıyafetle Çankaya’dan kaçtım, burdaki köylülere geldim. Köylüler beni tanımadılar. Köylülere, ağalar dedim burda ağaç yetişip yetişmeyeceğini bana en kolay yoldan nasıl ispat edersiniz dedim. ‘Al dediler’ ve bana bir testi su verdiler, bir de kazma kürek. ‘Kaz orayı iki gün sonra gel biz sana ne olacağını söyleriz’ dediler. Ah o iki gün Çankaya’da nasıl geçti bir Allah bilir bir de ben. İki gün sonra gittim testiyi çıkardım, testinin içinde su bitmişti, köylülere uzattım. Dediler ki bana; ‘Ağa testide su kalmamış, toprak su emiyor, bakma bunun üstünün kurak olduğuna, biraz uğraş burda ne ekersen biçersin.” Ve hani Tahsin Coşkan’ın o raporu bana getirdiği gün ben çoktan projeye başlamış, epey de ilerlemiştim” der. Sonra Tahsin Coşkan’ı da buraya müdür tayin eder. Evet lider olmak hakikaten kolay iş değil...

Bizler iyi değerlendirmemişiz onun çevre hareketini ama bakın dünya ne güzel değerlendirmiş hareketini. Ben size bu bilgileri vermek için 1919’dan başladım ve bugüne kadar çıkan bütün gazete ve dergileri tarıyorum. Taramam sırasında 28 Temmuz 1933 günlü Cumhuriyet Gazetesi’nde bir haber okudum. İnanılmaz bir haberdi. Hani bir çiçek alıyoruz, kırmızı renkte, hediye götürüyoruz ve adına da “Atatürk Çiçeği” diyoruz. O Atatürk çiçeğinin adını biz koyduk zannediyorduk ama bakın gazete ne diyor. Haber şu; “Chicago özel-Geçenlerde Vanderbit Üniversitesi profesörlerinden doktor Kirk Land’ın laboratuarlarında muhtelif ameliyeler neticesinde kırmızı renkte yeni bir çiçek elde edilmiştir. Profesör bu yeni çiçeğe isim ararken yanında duran ama daha önce Tarsus Koleji’nde Atatürk’le tanışmış, onun tabiat bilgi ve ilgisine hayran olan bir diğer profesör bu çiçeğe Atatürk isminin verilmesini önermiştir. Ve bu öneri dünya nebatat dairesine iletilmiş ve Atatürk’ün yaptığı çalışmaların anlatıldığı toplantıda oy birliğiyle kabul edilmiştir”. Yani dünyadaki her ülkede bu çiçek Gazi Atatürk adıyla üretiliyor ve satılıyor. Biliyor muydunuz? 

 

ARKEOLOG ATATÜRK

Evet Atatürk’e Başöğretmen diyenler de var aranızda, evet biliyorum ama sizlere soruyorum? Bir insan doğumundan ölümüne kadar ya bir askerdir, ya bir devlet adamıdır ya çevrecidir, ya tiyatrocudur, ya sanatçıdır, ya arkeologdur, ya da başka bir şeydir. Ama bunların hepsi birden olabilen dünyadaki tek lider odur ve dünyada “Kültür Antropoloğu” sıfatı verilebilen tek lider Mustafa Kemal’dir. Gelin 5 Mayıs 1935’de, Ahlatlıbel’e gidelim. Ahlatlıbel, Ankara yakınlarındaki kazıların başladığı yer biliyorsunuz. Bütün arkeoloji kazılarının yapılma emrini veren Mustafa Kemal, müzelerin açılma emrini veren de Mustafa Kemal. Ama bu gün olduğu gibi açın, kazın, imzalayın, değil. Nasıl yetişmiş inanın, hiç anlamadım. Bakıyorsunuz Efes kazıları başlıyor, oraya iki kere gidiyor, Konya’da Asar kazıları başlıyor başında, bir de bakıyorsunuz Ahlatlıbel kazıları başlamış başında, toprak alıyor, ölçüyor, biçiyor. “Yahu  ne yapıyor Mustafa Kemal” diyorlar. Çankaya’ya gidiyor, Çankaya’da üç gün üç gece hiç uyumuyor, uyumamak için alnına ıslak bezler koydurmuş, birilerini çağırıyor, telefonlar ediyor, bir heyecan bir telaş... Üç gün sonra; “Gelin, Ahlatlıbel’e gidiyoruz, arkeologlar toplanın” diyor. Başlarında en büyük arkeoloğumuz Zübeyir Koşar var. Toplanıyorlar ve Mustafa Kemal heyecanla diyor ki; “Kazdığınız yer yanlış, şurayı kazmanız gerekir” Yabancı arkeologlar; “El insaf paşam, anladık iyi askersin, iyi devlet adamısın ama yani bu iş bizim işimiz, niye karışıyorsun?” der gibi oluyorlar ama emir büyük yerden. Başlıyorlar Mustafa Kemal’in gösterdiği yeri kazmaya. Sonuç mu? Bütün bulgular ordan çıkıyor. İnat uğruna, kendi dedikleri yeri de kazıyorlar ama hiçbir bulguya rastlamıyorlar.

SİNEMACI ATATÜRK

 Bunun üç gün sonrası, Atatürk, Galip Arcan’ın yazdığı “Sırat Köprüsü” adlı piyese davetlidir. Atatürk piyesin başında mutludur biraz sonra sinirlenmeye başlar ve bir müddet sonra oyun bitince; “Bana Galip Arcan’ı çağırın!” der. Galip Arcan gelince; “Bu piyesi siz mi yazdınız? “der. “Evet paşam ben yazdım”. Ve Atatürk; “Hayır, bu Flor Doranj adlı boldvilin’in aynen çevirisi, neden bunu belirtmediniz? Hakkınızda  soruşturma açtırıyorum” diyecektir. Buna benzer pek çok anıyı da okuyunca, ne dedim biliyor musunuz? “A be Atam, boldvilin’e varıncaya kadar, bunları ne zaman okursun? Ne zaman kafanda tutarsın?” “Sanat ve Atatürk” adlı araştırmamı yapıyorum baktım resimde Türk tarihinde ilk resim sergisini o açıyor, heykelde dinin etkisini kaldırıyor ama karşıma yedinci sanat dalı geldi. Sinema... Yönetmen Cezmi Ar, başrolde Mustafa Kemal, film çekiyorlar. Ve Cezmi Ar Mustafa Kemal’e, tabii Cumhurbaşkanı ya, şöyle dur böyle dur diyemiyor ama diğer oyunculara şiddetle bağırıyor. Atatürk; “Gel Cezmi gel, burada başkomutan sensin. Ben bu işi bilmem. Önemli olan işin iyi çıkması. Bana da aynı şiddet ve hiddetle bağıracaksın” diyor. Cezmi Ar hayatının son günlerinde; “Ben bir daha asla öyle bir oyuncuyla çalışmadım” diyecektir. Yıl 1937, Münir Hayri Egeli ile Çankaya’da odalarına çekilirler. Atatürk bir film senaryosu yazmıştır, adını da koymuştur adı; “Ben bir İnkilap Çocuğuyum” dur. Kendi yazdığı film senaryosunu, Münir Hayri Egeli çekecektir, Atatürk de oynayacaktır. Ama yıl 1937’dir, ömrü vefa etmemiştir. Derim ki haydi filmciler bulun bu senaryoyu, filme çekin, çok faydalı olacağına ben kesin gözüyle bakıyorum. 

 

OKUYAN ATATÜRK

Asıl sır nerde? O sırada en büyük lider eleştirmeninin sözü geldi elime. Liderleri çok sıkı eleştiren bir eleştirmen Atatürk için diyor ki; “Liderler içerisinde eleştiri acizliği yaşadığım tek lider Mustafa Kemal’dir. Çünkü bütün Rönesans, bütün reform, bütün aydınlanma çağı etkinlikleri bir adamın kafasında toplanmış, bir çağa sıran etkinlikler on yılda başarılmış, bu büyük bir mucizedir en büyük radikal Mustafa Kemal’dir”. Bunu biz demiyoruz dünyanın en büyük lider eleştirmeni diyor. On yılda bir bakıyorsunuz kara tahtanın başında harf öğretiyor, bir bakıyorsunuz şapka giyiyor, bir bakıyorsunuz tiyatro eseri oynatıyor, yok efendim arkeolojik kazılara gidiyor, tren raylarının genleşme hesabını yapıyor, Ankara’daki caddelerin ne kadar mesafede olacağı konusunda şehirleşme planları yapıyor, on yılda bunların hepsi peki nasıl oluyor? Ben sırrı nerde buldum biliyor musunuz? Onun bir sözünde. Ama bu bence, ve dedim ki bu sözü okuyunca, keşke şu karga kovalamasını kafalarımıza yerleştireceklerine, şu sözünü yerleştirselerdi, herhalde Türkiye çok farklı bir yerde olurdu şu anda. Atatürk diyor ki;  “Çocukluğumda elime geçen iki kuruştan birini eğer kitaplara vermeseydim bu gün yapabildiğim işlerin hiçbirini yapamazdım”. Esas sır bence burada. Çocukluğunda eline geçen iki kuruştan birini kitaplara verdiği için 35 yaşında general, 40 yaşında başkomutan, 42 yaşında cumhurbaşkanı, 46 yaşında dile bile dokunabilen tek reformist Mustafa Kemal’dir. İşte bunu yapabilen ve 53 yaşında nutku yazan genç olarak Mustafa Kemal tarihimize geçmiştir.

 

ATATÜRK VE TÜRK KADINI

Okumayla, ama nasıl okuma biliyor musunuz? Bildiğimiz gibi bir okuma değil. Sizi 1914’e, Anafartalar’a götürüyorum. Anafartalar’da savaşın bir yerindesiniz ve çadırınıza gelip postalları çıkarıp rahatça dinlenmek istersiniz. Ama öyle bir şey yok. Macar Türkoloğu Nemet’in, Fransız Türkoloğu Devin’in Türkoloji albümleri duruyormuş. Açıyor Mustafa Kemal onları okuyor. Diyorlar ki; “Niye bunları okuma gereği duyuyorsun?” verdiği cevaba bakın, diyor ki; “Savaştan sonra bu dilin değişme ihtiyacı var, onu tespite çalışıyorum”. Gelelim 1916’ya. Bitlis cephesi komutanı Mustafa Kemal Bitlis cephesinde çökmekte olan bir cepheyi kurtarıyor ve çadırına geliyor, yaveri İzzettin Çalışlar’ı çağırıyor ve eline bir not veriyor. Notta ne yazıyor biliyor musunuz? “Savaştan sonra ilk işimiz Türk kadınına serbestisini vermek, onu erkeğinin yanında eşit haklara sahip kılmak”. 1916’da, Türk kadının değil adı, değil kimliği, hiçbir şeysi yok. Sokağa çıkma hakkı olmayan bir Türk kadını. Peki sizce tam savaşın en hararetli zamanında neden Mustafa Kemal’in aklına Türk kadını gelmiş? Unutmayın, Kurtuluş Savaşı’nda gördüğümüz kadın manzarası, değil Atatürk’ü, dünyayı şaşırtan bir manzaradır. Ülkelerin savaşları olmuştur ama topyekün savaş örneği ilk defa Kurtuluş Savaşı’nda görülmektedir. Atatürk bu savaşta Ayşe Hatun’u tanımıştır. Ayşe Hatun’u hepimiz tanıyoruz. Onun yapabildiğini acaba hangi ülkenin kadını yapabilir? Ya da zamanımızda hangi kadın yapabilir? Biliyorsunuz sekiz aylık kızı kucağında omuzunda mermi ve cepheye cephane götürüyor. Sekiz aylık kız dinler mi düşmanı, ağlamaya başlıyor. Ve bu sırada ölmesi falan problem değil, ama düşman eğer onları fark ederse çok kısıtlı olan cephane cepheye gidemeyecek, Ayşe Hatun’un bütün düşüncesi o. Ve bu arada çocuğunu göğsüne yaslar, ama indirdiği zaman kendi elleriyle çocuğunun düşmanın şehit ettiğini görecektir. Ayşe Hatun ya da diğer adıyla Tayyibe Hatun o zaman ne yapar? Çocuğunu yere koyar, üzerini bayrakla örter ve aynen şunları söyler. Kafile başkanı komutanımız aktarıyor bunu; “Sen yüzlerce binlerce yıl sonra doğacak Türk çocukları için şehit oldun, bu benim için de senin için de bir şereftir. Yeterki vatan sağolsun” diyor, omuzuna alıyor cephanesini ve yola koyuluyor. Hanımefendiler lütfen bir an için düşünün, çocuğunuzu göz önüne getirin. El bebek gül bebek büyütüyoruz, gözünün içine bakıyoruz ve tercih yapın, sizden sonraki kuşak mı? Çocuğunuz mu? İşte Mustafa Kemal, bu Ayşe ya da diğer adıyla Tayyibe Hatun’u tanıdı.

Kurtuluş Savaşında Kütahya sırtları, hava dondurucu. 75-80 yaşlarında bir nine. Gerisini Komutan Mustafa Necati’den dinleyelim. Mustafa Necati neyi görür? Nine ne kadar  yorgan battaniye varsa cephanenin üstüne örtmüştür ama kendisi pazen elbiseyledir. Komutan şunları söyler; “Nine kar sepeliyor, hava çok soğuk bari şu yorganı alsan sırtına” dediğinde aldığı cevap şöyledir; “Dokunma ona, o millet malıdır, nem kapmasın. Ben bir ölürüm ama onunla binler doğacak binler. Hayır oğlum hayır hiç üşümüyorum, soğuğu hiç duymuyorum ki. Düşman bu topraklara girdi gireli benim içim yanıyor içim a oğul...” diyen bir nineyi de tanıdı Mustafa Kemal. Albay Hulusi Atağ’ın kafilesinde olan genç bir kadınımız ise hastadır ve cephane taşırken yere düşmüştür ve ölmek üzeredir. Hulusi Atak sorar; “Bacım bana adını söyle seni tarihe yazdıracağım” der ve aldığı cevap şöyledir; “Adımı ne yapacaksın? Yaz, benim adım Anadolu” Savaşta Atatürk Zekiye Hanım’ı da tanıdı. Zekiye Hanım ne yaptı biliyor musunuz? 10 Aralık 1919 tarihinde, öğretmen okulunun bahçesine 3.000 kadını toplamış, dedim ki herhalde sıfırları fazla okuyorum. Hayır 3.000 kadın... Tamamı kadın olan dünyada ilk mitingdir bu, onun için dünyaya geçmiştir. Peki Zekiye Hanım nasıl toplamıştır bu kadar kadını? Cep telefonu yok, faks yok, hiçbir araç yok. Hadi bunlar var farz edelim. Kadının sokağa çıkma hakkı yokken, 3.000 kadın nasıl organize oldu dersiniz? Bir düşünün...

1996’da İngiltere’de seçim yapılır. Meclisteki kadın millet vekili sayısı, seçimden önce 13’dür, seçimden sonra birden 123 olur. Kim yaptı bu başarıyı derler? Leslie Abdela adlı  bir hanımefendidir. Leslie Abdela’yı tüm ülkeler çağırırlar; “Bize de öğret metodunu, biz de kadını fazla sokalım meclise” derler. Leslie Abdela’yı Türkiye de çağırır. Dolar  alır ve anlatmak için Şile’ye gelir,. Ve işte sözlerinin özeti; “İngiliz kadını bu başarıyı Atatürk’e danıştı. 1919 dan beri biz Türk kadınının ve Atatürk’ün peşindeyiz, merak ediyorum iki kadın milletvekiliniz benim peşimde niye acaba?” Peki Leslie Abdela’nın uyguladığı projenin adını biliyor musunuz? “Mutfak Projesi” Eğer biz bu metodu uygulasaymışız Türkiye’de sanıyorum erkekleri şu anda meclise nasıl girebiliriz diye arayış içinde olacaktı. 
 

ATATÜRK BUGÜN İÇİN DİYORDU Kİ

“Askerliğin herşeyden önce yaratıcılığını severim.Türk Ordusu,vatan evlatlarını yetiştiren irfan ocağıdır.Ordunun temelini oluşturan subaylar,vatan için ölümü göze alan savaşçılardır. Fedakarlık sınıfının en önünde yer alan şerefli insanlardır.Millet zarar görürse bunun sorumluluğu subaylara ait olacaktır.”

“Aldığım sormluluk basit bir şey değildir. Ancak ben vatanım yok olduktan sonra yaşamamaya karar verdiğim için bu kutsal görevi yüklendim.”

“Asil Milletime şunu öğütlerim ki, bağrında yetiştirerek başının üstüne çıkaracağın adamların kanındaki, vicdanındaki öz mayayı çok iyi incelemeye dikkat etmekten hiç bir zaman vazgeçmemelidir.”

“Hür ölünecek,fakat asla esir ve zelil yaşanmıyacaktır.”

“Ahmaklar, Amerikan mandacılığına, İngiliz koruyuculuğuna bırakmakla vatan kurtulacak sanıyorlar.Oysa kendi rahatlarını sağlamak için bütün bir vatanı ve tarih boyunca devam eden Türk bağımsızlığını feda ediyorlar. Oh ,ne ala. Mücadele yerine
mandayı kabul edeceğiz ve rahata kavuşacağız. Bu ne gaflet, ne körlük ve budalalıktır. Öyle bir manda egemenlik haklarımıza temsil haklarımıza, kültür bağımsızlığımıza, vatan
bütünlüğümüze dokunayacakmış. Bu hiyanete değil Amerikalılar, çocuklar bile güler. Amerikalılar, kendilerine çıkar sağlamıyan böyle bir mandayı neden kabul etsin? Amerikalılar bizim kara gözümüze mi aşıklar? Bu ne aymazlık, bu ne gaflettir?”

“Hiç bir zaman baş eğmeyeceğiz. Tuttuğumuz yolda sonuna kadar yürüyeceğiz. Hiç bir şartta teslim olmayacağız.Yerli ya da yabancı düşmanlar karşısında haklarımızı savunacağız. Son varlığımız tehlikede. Eğer yenme umudumuz kalmazsa, bir Türk
bayrağının altına sığınıp istiklal uğrunda can vereceğiz.”
 

 

Mustafa Kemal Vardı

O günler yaşamanın,
Ayrı bir tadı vardı,
Yediden yetmişine,
Millet bayram yapardı.

Gururumuz sonsuzdu,
Mutlu günler yaşardık,
Vatan aşkıyla yanar,
Marşlar söyler coşardık.

Çünkü başımızda bir,
“Mustafa Kemal vardı”,
Yedi düvel önünde,
Baş eğip selâmlardı.
 

Sen ki Türk milletinin,
Baş tacı halâskârı,
Gazi Mustafa Kemal,
Bu vatanın mimarı.

Bir volkandın lâv oldun,
Aktın düşman üstüne,
Sürdün 9 Eylül’de,
Akdeniz'in önüne.

Bir dava ki ateşi,
Senin elinle yandı,
Milletin kara bahtı,
Nur oldu aydınlandı.

Mustafa Kemal Paşa'm,
Önünde eğiliriz,
Seninle doğar yaşar,
Bunu bir borç biliriz.

SELAHATTİN ENİS NİRUN